"Son bir iki haftadır üç aile ‘siyanür’ ile intihar edip yaşamlarına son verdi. Bizlere ise bu üç aile dramının ortak sebebi ‘parasızlıktır’ dedi. Gerçekten her borçlu, her yoksul ya da her çaresiz kalan intihar ediyor mu? Yoksa tam tersi, ne kadar dibe batarsak batalım yaşama iç güdüsü galip geliyor mu? Okuyalım."

Geçen hafta, İstanbul’da ve Antalya’da iki ailenin siyanürle intiharları tüm Türkiye’yi sarsmışken, dün yeni bir haber gündemimize oturdu. Bakırköy’de yine üç kişilik çekirdek bir aile aynı yöntem ile hayatlarına son verdi. Geriye ise cevaplanması gereken birçok soru ve tartışma bıraktı. Bu yazımda, bir ruh sağlığı uzmanı olarak intihar istatiklerinden başlayıp intiharın nedenlerine ve medyanın intihar üzerindeki etkilerine kadar detaylı bir analiz yapacağım. TÜİK verilerine göre, 2018 yılında Türkiye’de ölümle sonuçlanan intihar vakası 3 bin 151 kişi oldu. Diğer bir ifadeyle 2018 yılından her yüz bin kişiden yaklaşık 4’ü intihar etti.  Peki, bu 3 bin 151 kişiyi ölüme götüren neydi? İntiharı nedenlerini psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve genetik nedenler olarak gruplayabiliriz. Bazen intihar girişimi için yukarıda saydığım tek bir neden yetebiliyorken; bazen ise bu nedenlerin birkaçı aynı anda bulunabiliyor. Psikolojik nedenler arasında kişinin psikoz yaşaması ya da majör depresyon halinde olması örnek verilebilirken; sosyolojik nedenler arasında kişinin yaşadığı toplumda kabul görmemesi örnek verilebilir. Mesela, transseksüel olan bireylerimizi düşünün! Yaşadıkları zorlukları… Ekonomik nedenler arasında bu üç ailemizde de belirtildiği gibi borçlanma ve parasızlık gösterilebilir. Aile, ikiz, evlat edinme alanında yapılmış birçok çalışmada da genetik ile intihar davranışı arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiştir. Gündemimize dönüp üç aileye odaklanalım. Medyadan takip ettiğim kadarıyla üç ailenin de ortak sorunu uzun zamandır ekonomik zorluklarla mücadele ettiği. Ekonomik olarak zor durumda olmalarını, yalın bir intihar sebebi olarak gösterebilir miyiz? Hem evet hem de hayır. Yazının devamını okuduktan sonra siz karar verin. “Hayır” diyenleri yani intiharların sebebini sadece ekonomiye bağlamayanları piste alalım. Türkiye'de 16 milyondan fazla kişinin açlık sınırında olduğu, 48 milyondan fazla kişinin de yoksulluk sınırının altında yaşam mücadelesi verdiği iddia edilmektedir. Bu üç ailenin ölüm sebebini sadece ‘ekonomik sıkıntılara’ bağlarsak, bu 16 milyon kişinin de intihar etmesi lazımdı değil mi? Ama hala yaşıyorlar. Ya da bambaşka bir örnek vereyim. Yaşadığım ülke Norveç’e bakalım. Dünya’nın en zengin, refah düzeyi en yüksek ülkelerinden birisine. 2019 itibariyle 5 milyon 328 bin nüfusu olan ülkede, 2017 yılı itibariyle 593 kişi intihar edip yaşamını yitirmiş. (http://statistikkbank.fhi.no/dar/)  Basit bir matematikle Norveç nüfusunun 82 milyon olduğunu farz edersek 9,126 kişinin intihar etmiş olması gerekmekte. Yani Türkiye’deki intihar oranlarının üç katı kadar! Norveç diyoruz; zenginlik diyoruz, para diyoruz, sosyal refah diyoruz. Ee, bu basit oran orantı kuralı bize intiharların sadece ekonomik sebebe dayandırılamayacağını işaret edebilir mi? Şimdi de “Evet” diyenleri piste alalım ve onların savlarını dinleyelim. Hani ‘Yakarsa Dünya’yı Jokerler Yakar’ adlı yazımda da uzunca bahsettiğim gibi insan ‘biyopsikososyal’ bir sistemin ürünüdür. Yani suç işlememize veya işlemememize, intihar etmemize ya da etmemize, aynı koşullar arasında farklı kararlar almamıza yol açan genetik, psikolojik, sosyal ve ekonomik bir sistemin ürünüyüz. Bu sistem bazen savunma mekanizmalarımızı ortaya koyup bizi korurken; bu sistemin bir ya da birkaç ayağının bozulması (mesela ekonomik ayağı) bizi zayıf düşürebiliyor. Bazen bizi Joker gibi bir suçlu yapabiliyor, bazen ise intiharı çözüm yolu olarak gören bu aileler gibi çaresiz bırakabiliyor. Tam tersi, sokakta yaşayan ve kuru ekmeğe muhtaç olan bir adam ya da savaştan yalın ayak kaçıp, yıllarca mülteci kamplarında yaşayan bir kadın yaşamayı seçebiliyor. Yaşam ya da ölüm! Ekonomileri ne kadar kötü olursa olsun, işte burada kişilik özellikleri, hayata karşı tutum sosyal çevreden ne derece destek aldıkları, yaşadığı toplum ve genetik yatkınlıkları devreye giriyor. Bu üç aileye tekrar döndüğümüzde intiharı seçmeleri ‘ekonomik’ görünse de bu kişiler farklı kişilik özelliklerine ya da inançlarına sahip olsaydı belki yaşamayı seçebilirlerdi. Ya da tam tersi, yaşadıkları ülkede gelir dağılımı eşit olsaydı; işsizliğe karşı sosyal güvenceleri ya da yoksulluğu önleyici sosyal refah sistemleri bu üç aile muhtemelen şu an yaşıyor olurdu. Nereden baktığımıza bağlı. Son olarak, medyanın bu intihar vakalarına etkisinden kısaca bahsetmek istiyorum. Türk Psikiyatri Derneği’nin de geçen hafta yaptığı açıklamada da bahsedildiği gibi, intihar haberlerinin tüm detaylarıyla, dramatize edilerek, görsel öğeler eşliğinde sunulmasının intihara eğilimli insanlar üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır. Üç ailenin de aynı yöntemle, ‘siyanürle’ intihar ediyor olması bence bir tesadüf değildir. Siyanür meselesinin bu kadar gündeme gelmesi ve bu kadar kolay ulaşılıyor olması! -ki bu da bir soru işareti-, intihara meyilli kişiler için özendiricilik teşvik edebilmektedir. Zaten düşünce uğraşı ‘intihar’ olan bir insan, medyadaki bu haberlerden kolayca etkilenip aynı yolu üzerinde fazla düşünmeden seçebilir. “Onlar da benim ile aynı koşullara sahipmiş, o zaman ben de onların yolundan gideyim” deyip kendini ölüme daha kolay ikna edebilir. Çünkü referans alıyor; çünkü kendini o ailelerle bir tutuyor, çünkü sağlıklı düşünemiyor. Bu noktada, medyanın biraz daha özenli olması gerekmektedir.