Batılı devletlerin çoğunda ulusal güvenlik eksenli politikalar derinleşirken, iktisadi anlamda da iç piyasayı korumaya yönelik ulusal kalkınma odaklı bir paradigma şekilleniyor. Bu süreçte, emperyalist güçler, özellikle ABD öncülüğünde, küreselleşmeci paradigmayı besleyen her türlü ilişki ağını ve bürokratik aygıtı tasfiye etmeye yönelmiş durumda. Türkiye’de ise gündem bambaşka bir eksende ilerliyor. Küreselleşmeci paradigmanın sorgulanması bir yana, bu paradigmaya dayalı olarak ulus-devlet temelini ve Cumhuriyetin kuruluş kodlarını tartışmaya açan, yeni bir açılım getirmesi beklenen bir süreç yaşanıyor. Ancak bu açılım, küresel sermaye dinamikleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğu sorusunu da beraberinde getiriyor; zira bu dinamikler, ulusal politikaların ötesinde, toplumsal dönüşüm süreçlerini derinden etkileme kapasitesine sahip.

Bir kesim, bu sürecin bir aldatmaca olduğunu ve geçmiş dönemdeki pratiğin sonuçları bakımından AKP iktidarından ilerici bir adım beklenemeyeceğini düşünüyor. Bu görüşü savunanlar, iktidarın geçmişteki uygulamalarının, demokratikleşme veya barış gibi kavramların ötesinde, daha çok otoriter bir kontrol mekanizması kurma çabasına işaret ettiğini vurguluyor. Bir diğer kesim ise, bu sürecin devletin kuruluş ilkelerini, ulus-devlet yapısını ve ulusal kimliği ortadan kaldırmaya dönük bir girişim olduğunu savunuyor. Bu kesime göre, söz konusu açılım, Cumhuriyetin tarihsel kazanımlarını yok sayarak, etnik ve dinsel temelli bir ayrışmayı körükleme riski taşıyor ve küresel sermayenin yerelleştirilmiş aktörler üzerinden çıkarlarını koruma stratejisiyle örtüşüyor.

Bu süreçten memnun olanlar ise; her ne olursa olsun silahların susmasının önemli bir adım olduğunu, en kötü barışın en iyi savaştan katbekat iyi olduğunu vurguluyor. Ancak bu, oldukça yüzeysel bir yorum olarak kalıyor. Olaylar ve olgular bu kadar basit ele alınamaz. Her siyasi gelişmenin, her toplumsal vakanın tarihsel bir temeli, sebebi ve sonucu vardır. Uluslararası gelişmelerden, iktisadi temelden soyutlanmış, sınıfsal yapıdan bağımsız bir analiz eksik ve yanıltıcı olacaktır. Örneğin, küresel sermaye dinamikleri, Türkiye’nin bu açılım sürecinde nasıl bir rol oynuyor? Sermayenin sınır ötesi hareketliliği, yerel piyasaları deregüle etme eğilimi ve çokuluslu şirketlerin bölgesel stratejileri, bu sürecin barış ve demokratikleşme iddialarını gölgede bırakabilir. Türkiye’nin emek-sermaye çelişkileriyle nasıl bir etkileşim içinde olduğu gibi sorular, meselenin özünü anlamak için hayati önem taşıyor.

Hep birlikte bu sürecin nereye varacağını göreceğiz. Ancak kritik soru şudur: Bu süreç, gerçekten toplumun geniş kesimlerinin talep ettiği demokratikleşme ve barış sürecine mi hizmet ediyor, yoksa belirli güç odaklarının, özellikle küresel sermayenin yerel uzantılarının çıkarlarına uygun şekilde mi şekillendiriliyor? İşte bu noktada, sürecin kimler tarafından yönlendirildiği, hangi sınıfsal ve siyasi dinamiklere yaslandığı ve hangi sonuçları doğuracağı meselesi, her türlü slogandan ve yüzeysel analizden daha fazla önem taşımaktadır. Küresel sermaye, tarihsel olarak ulus-devletlerin egemenlik alanlarını aşındırarak kendi çıkarlarına uygun bir ekonomik ve siyasi düzen yaratma eğilimindedir; bu bağlamda, Türkiye’deki açılımın, sermayenin bu küresel ajandasıyla ne ölçüde uyumlu olduğu da sorgulanmalı. Zira, herhangi bir açılımın meşruiyeti, ancak toplumun ortak hafızası ve geleceğe dair kolektif iradesiyle uyumlu olduğu ölçüde kabul görebilir.

İki yüzyıllık aydınlanma mirasımızı hedef alan, ulus kavramı ve ulus-devlet paradigmasından daha geriye dönük bir siyasi ve toplumsal formasyon öneren, 1923’e karşı bir anti-tez geliştiren ve dünyadaki gelişmelerin çok gerisinde kalan bir açılım hayata geçirilmeye çalışılıyor. Bu noktada, sürecin yalnızca iç dinamiklerle sınırlı olmadığı da açıkça görülüyor. Küresel aktörlerin bölgesel stratejileri, enerji koridorları üzerindeki çekişmeler ve Ortadoğu’daki kaotik yapı, Türkiye’nin bu açılım sürecindeki pozisyonunu doğrudan etkiliyor. Küresel sermaye dinamikleri ise, bu kaotik yapıyı kendi lehine çevirmek için ulusal sınırları bulanıklaştıran politikaları destekleme eğiliminde. Böylesi bir konjonktürde, ulusal bağımsızlığın ve toplumsal dayanışmanın zayıflatılması, uzun vadede geri dönülmez sonuçlar doğurabilir. Sonuç olarak, bu sürecin hangi yöne evrileceği, toplumun gerçek ihtiyaçları ve beklentileri doğrultusunda tartışılmalı ve değerlendirilmelidir. Yaşananlar ve yaşanacaklar, üç beş oy uğruna tuzlukla koşulacak bir süreç değildir; aksine, derinlemesine bir tarihsel ve toplumsal muhasebe gerektirir. Bu muhasebe yapılmaksızın atılacak adımlar, yalnızca bugünü değil, gelecek nesillerin kaderini de ipotek altına alabilir.