Almanya Seçimleri ve Yeni Küresel Paradigmalar

Almanya Seçimleri ve Yeni Küresel Paradigmalar
Abone Ol

Pazar günü Almanya'da yapılan erken seçimin galibi merkez sağcı Hristiyan Birlik (CDU/CSU) olurken, aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) oylarını bir önceki seçime göre ikiye katlayarak yüzde 20,4 ilke ülkenin en büyük ikinci partisi konumuna geldi. Sosyal Demokratlar ise tarihi bir çöküş yaşadı. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana tarihin en düşük oy oranını alan Sosyal Demokrat Parti (SPD) gücünü büyük ölçüde yitirirken, oylarını bir önceki seçime göre yüzde 3 oranında arttıran Sol Parti (Die Linke) ve Federal Meclis'e girmeyi kıl payı farkla kaçıran Sahra Wagenknecht Birliği (BSW) solun diğer aktörleri olarak öne çıkıyor.

Aşırı sağın eski Doğu Bloku şehirlerinde birinci parti olması şaşırtıcı değil. Alman Demokratik Cumhuriyeti döneminde vatandaşa sunulan sosyal hak ve güvencelerin kademeli olarak daraltılması, kamusal işletmelerin Federal Almanya tarafından yağmalanması; halkın daha önce hiç deneyimlemediği işsizlik, kayıt dışı istihdam, özelleştirme sonrası işten çıkarılma ve esnek istihdam biçimlerine tabi tutulması, Batı Almanlar tarafından sürekli taşınması gereken bir yük olarak görülmeleri; bu etmenler, ekonomik ve kültürel düzlemde Doğu Alman halkının maruz kaldığı adaletsizliğin somut örnekleridir.

Buna ek olarak, bölgede güçlü bir sol ve sendikal hareketin eksikliği, neoliberal ekonomi politikalarının Doğu Alman halkının en temel haklarını ortadan kaldırması ve sosyal-iktisadi krizin en yoğun yaşandığı alanların ortaya çıkması, halkın tepkisini küreselleşme ve onun neoliberal ekonomik yapısına karşı aşırı milliyetçi söylemlerle buluşturmuştur. Bu dinamikler, uzun süredir devam eden ekonomik güvensizlik ve kültürel aşağılanma hissini körükleyerek, aşırı sağın söylem ve politikalarının geniş kitlelerce benimsenmesine zemin hazırlamaktadır. Ekonomik ve sosyal krizin bir diğer faturası göçmen nüfusa kesiliyor. Göçmenlerin ekonomiye yük olduklarını düşünen kesimler, bunun bedelini işsizlik, güvencesizlik ve gelirlerinin düşmesiyle ödediklerine inanıyor. Bu düşünceyi konsolide eden AfD, yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı üzerinden manipüle ettiği bu kitleleri ana akım siyasi partilerden uzaklaştırmaya başladı. AfD’nin aşırı milliyetçi söyleminin özellikle Doğu bölgelerinde karşılık bulmasının başlıca sebeplerinden biri de ekonomik sıkıntılar ve sosyal huzursuzluklardır.

Başbakan Scholz liderliğindeki SPD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en düşük oy oranına sahip olması, oldukça önemli bir gösterge. Sosyal demokratların merkeze yakınlaşması, hem ideolojik açıdan hem de pratik açıdan muhafazakarlarla nüans farkından öte bir farklarının kalmaması geleneksel tabanlarının kaymasına yol açmış durumda. En temel sosyal politikaları uygulama noktasında kadük davranıp, silahlanmaya milyarlarca dolar yatırım yapıp, küreselleşme çizgisinden milim kaymamak bu sonucu doğuruyor. SPD geleneksel olarak güçlü olduğu Ruhr Havzası ve Hamburg gibi bölgelerde bile CDU/CSU’nun gerisine düştü.

Seçim sürecinde dijital medyayı oldukça etkin kullanan, başarılı bir seçim stratejisi geliştiren Sol Parti özellikle 25 yaş altı genç seçmenin yoğun desteğini almış durumda. Sol Parti'den ayrılan Alman politikacı Sahra Wagenknecht ve ekibi tarafından kurulan, geleneksel sol değerlere vurgu yapan BSW ise yüzde 4,9 oy oranı ile seçim barajına takıldı ancak radikal solun yükselişini göstermesi bakımından önemli bir gösterge.

İktidar olmak çok şey ama her şey değil. Ayakları yere sağlam basan bir programın yoksa, sürekli savrulan ve günlük ihtiyaçlara göre şekillenen pragmatik bir siyasi çizgin var ise iktidarın, böylesi sosyal ve siyasal krizlerin göbeğinde uzun erimli olma şansı yok. Almanya'daki pratik Türkiye içinde oldukça öğretici dersler içeriyor.

Şunu da iyi görmek gerek; dünyanın politik polarizasyonu önemli ölçüde değişiyor. Küreselleşme olgusuna karşı ciddi anlamda bir tepki var. Aşırı sağın, diğer bir deyişle küreselleşme karşıtı popülist sağın yükselişi, neoliberal politikalara duyulan tepkinin bir sonucudur. Yeni dönemin baskın siyaseti; sınırların daha belirgin hale geleceği, gümrük duvarlarının daha da yükselteceği ve bağlayıcı uluslararası serbest ticaret anlaşmaları yerine ülkeler arasında kısa vadeli ticaret ve işbirliği anlaşmalarının daha fazla öne çıkacağı bir noktaya doğru ilerlemektedir. Bunun savunma ortaklıkları ve dış politika alanındaki yansımaları da benzer kaygılar ve paradigmalara dayanmaktadır.

Devletler, ulusal çıkarlarını koruma adına stratejik ittifaklarını yeniden gözden geçirirken, güvenlik politikalarında esneklik ve yerel önceliklere daha fazla ağırlık vermektedir. Bu durum, çok taraflı düzenin yerini, iki taraflı veya bölgesel anlaşmaların aldığı yeni bir düzenin habercisidir. Uluslararası arenada gücünü korumaya çalışan aktörler, artan rekabet ve güvensizlik ortamında askeri işbirliği ve savunma stratejilerini yeniden yapılandırmaya yönelmekte; böylece, hem ekonomik hem de askeri düzeyde ulus-devletlerarasındaki ilişkiler daha kırılgan ve öngörülemez hale gelmektedir.

Anti-küreselleşmeci Yeni Dünya Düzeni'nin küresel çaptaki politik yansımalarını hep birlikte göreceğiz.