Evin insan üzerinde anne karnı gibi bir hissiyatı var. Bunaldığın bir ortamdan eve gelince de "Oh be eve geldim" dersin, çok iyi geçen bir seyahatten dönünce bile bir oh çekersin. Ev seni kucaklar, ev sendir, senindir, sen gibidir. Kimi buzdolabına oradan buradan topladığı magnetlerini asar, aralara fotoğraflarını iliştirir; kimi düz duvara bakarak düşünmeyi sever, yansıtmaz kafasının içini.
Liseden kalan andacının, diplomanın, belki çocukluk fotoğraflarının durduğu çekmeceler vardır; çok açmazsın, ama bilirsin yerini. Herkes başka şey biriktirmeyi sever. Belki duvarların tablolarla doludur, belki bugüne kadar hayalindeki giyinme odasını yapmak için çalışmışsındır, çeşit çeşit tabak almayı seviyorsundur, duvarını boydan boya kütüphaneyle donatmışsındır, tüm paranı teknolojik aletlere yatırıyorsundur, kendine özel bir koleksiyonun vardır raflara dizdiğin. Çok paran yoktur, ama minderi koyuş şeklin seni yansıtıyordur, duvarın rengini sen seçmişsindir. Ruhuna ait ne var ne yoksa ordadır bir yandan. Her sabah o duvarların arasında uyanırsın. Gülersin, ağlarsın, bazen umutlanır, bazen hüzünlenirsin. Hasta olursun, iyileşirsin. Ne kadar halin varsa, hepsine tanıklık etmiştir evin. Korktuğun zaman sığındığın yer orasıdır. Bir gün önce arkadaşlarını ağırladığın evinde, ertesi gün kucağına yastık alıp kıvrıldığın kanepede, üzerine bomba yağmasını bekleyeceğini tahmin etmezsin, edemezsin.
Kimine göre savaş ne zamandır "Geliyorum" diyor. Ukrayna’daki insanlarsa, savaş gerçekten geldiğinde, kendilerine yardım edecek kimseyi bulamıyor. Şu anda dinlemekte olduğum Spaces odasında, yurdun sığınağından bağlanan bir Türk öğrenci, bir haftadır konsolosluğa ulaşmaya çalıştıklarını, ancak bir dönüş alamadıklarını anlatıyor. Sabaha karşı 5’te başlayan bombalarla uyanmış, gün içinde marketten yapabildikleri stoğu yapmış, yurdun sığınağında bekliyorlar. Elektrik kesilebilir, iletişim kopabilir, yiyecek stoğu bitebilir.
Öte yandan Rusya’nın telekomünikasyon saldırıları yapacağı, dış işlerinden gibi görünen sahte mesajlar gelebileceği, her şeye karşı temkinli olmaları öğüt ediliyor. Hayallerinin önünde kimsenin duramayacağı yaşlardaki bir sürü genç, bir sığınakta sabaha kadar neler olacağını bilmeden bir başlarına bekliyor.
Tanık olduğumuz savaşlarda, savaşı yaşamış insanların söylediklerinden anladığım bir şey var: Kimse üzerine bombalar yağana kadar savaşın gerçek olabileceğini düşünmüyor. Ukrayna’nın Chuguev kentinde, evi bombalanan bir öğretmenin söylediklerini dinledim. Diyor ki; “Böyle bir şeyin olabileceğini, bu hayatta bunun başımıza gelebileceğini hiç düşünmemiştim. Savaşlar hakkında şiirler yazdık. Ben bir eğitimciyim. Tarih olarak okuduk, işledik; ama bugün ülkemizde olabileceğini hiç düşünmedik. Evim tamamen tıkıldı. Pencereler yok, kapılar yok. Evin bir kapısı uçtu, yerler de çöktü. Ben çok şanslıyım, beni hayatta tutan güçlü bir koruyucu meleğim var demek ki…” Çok şanslı olduğunu düşünürken yara bere içinde, hayatta çalışıp didindiği her şey elinden gitmiş oysaki, birilerinin politik çıkarları uyuşmadı diye hem de.
Suriye Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye göçen mültecilerle uzun yıllar çalışan arkadaşım, bir sohbetimiz sırasında anlatmıştı. Çoğu sırtında çantasıyla evini terk eden mültecilerin verdikleri bir tavsiye vardı: "Diplomanız, kimliğiniz, önemli belgeleriniz mutlaka dijital platformlarda, bulut sistemlerinde kayıtlı olsun. O gün hiç gelmeyecek sanıyorsunuz; ama bir anda tepenize bombalar yağmaya başlıyor ve o güne kadar çabaladığınız her şeyi geride bırakıp bir çantayla alelacele evden çıkıp geri dönemiyorsunuz." Ülkesinde eğitimli ve kariyer sahibi bir sürü Suriyeli, geçmişine dair tüm belgeleri, yaptıklarına dair izleri kaybetmişti. Bunu ilk duyduğumda o zamana dek bu ihtimalin aklıma hiç gelmediğini hatırlıyorum; sonrasındaysa bu ihtimal hiç aklımdan çıkmadı. Hatta şimdi bakıyorum, sanırım benim de her an her yerden gitmek zorunda kalabiliriz hissim, tam da o sıralarda yerleşmiş.
Yaşadığımız coğrafya, tanık olduğumuz dönem bize görmediğimiz felaket bırakmamaya and içmiş gibi. Son yıllarda etrafımızda yaşanan savaşlara, göç krizlerine, pandemiye, iklim krizine, ekonomik krizlere şöyle bir bakıyorum da; hepsi aynı kapıya çıkıyor. Ahı gitmiş vahı kalmış, lüksünden ödün vermeyen, artık torun sevme zamanı dahi geçmiş, zengin ve oldukça yaşlı, dünyanın her yerinden politikacı “dedeler”, kendi aralarında doğru düzgün müzakere etmeyi beceremedikleri ve bir mutabakata varamadıkları için, oturdukları yerden insanları öldürmeyi kendilerine hak görüyorlar.
Dünden beri onlarca tespit yapılıyor; ama işin özü hiçbir halk savaş istemiyor. Ukrayna halkı çaresiz ve yalnız; insani yardıma ve acil tahliye çözümlerine ihtiyaçları var. Hal böyleyken, Berlin ve Paris’in binalarını Ukrayna bayraklarıyla ışıklandırması en hafif tabiriyle, dalga geçmekten öte bir adım değil. Rus halkına bakarsak, onlar da savaş istemiyor, protesto için sokağa çıkıyor ve “Savaşa hayır” dedikleri için gözaltına alınıyorlar. Bu halkların savaşı değil, bu sahip oldukları gücü hak etmeyen birtakım yaşlı adamların savaşı ve bu savaşta gençler, çocuklar, kadınlar, adamlar, hayaller, umutlar ölüyor.
Dış politika uzmanı değilim. NATO ya da Rusya konusunda söylenmemiş bir tespitim yok, olsa da tespitlerimin bir önemi yok. Tek bildiğim şey, artık yaşlı erkeklerin egemen olduğu bu ataerkil siyasetin değişmesi gerektiği, vakit çok geç olmadan. Politika çoğumuza göre olmayabilir; ama siyasete üst yaş limiti getirilmesi, kadın & LGBTİ+ temsilinin artması nefes alabilmemizi sağlayacak adımlar.
Bugüne gelirsek, çaresizliği üzerimizden atıp yapacağımız tek şey hep birlikte ısrarla söylemek: Savaş cinayettir. SAVAŞA HAYIR!