Demokrasi Konferansı, "Ekmek, Özgürlük, Adalet" temasıyla, İstanbul Yenikapı Dr. Mimar Kadir Topbaş Gösteri ve Sanat Merkezi'nde gerçekleşti. Sonuç bildirgesinde, "Bizi boğmaya çalışan karanlığa karşı hep birlikte bir kez daha tekrarlıyoruz: Ne hayallerimizden, ne umutlarımızdan ne mücadelemizden vazgeçiyoruz. Bu ülkenin geleceğinde bizim de sözümüz var" denildi.

Haber: Fatoş Erdoğan Görüntüler: Cemil Turan Demokrasi Konferansı, "Ekmek, Özgürlük, Adalet" temasıyla, İstanbul Yenikapı Dr. Mimar Kadir Topbaş Gösteri ve Sanat Merkezi'nde gerçekleşti. CHP Milletvekili Ali Şeker, HDP Milletvekilleri Garo Paylan, Sezai Temelli, Hüda Kaya, Musa Piroğlu, çok sayıda STK'lar, sendika, siyasi parti temsilcileri ve gazeteciler katıldı. Açılış konuşmasını yapan Rıza Türmen, "Bu konferans hak arayanların, hakları gasp edilenlerin, haklarını ileri süremeyenlerin, sesi duyulmayanların, ezilmişlerin, dışlanmışların konferansı. Bu konferans demokrasi, özgürlük, eşitlik, iş, aş, ekmek, adalet isteyenlerin konferansı. Bu konferans Deniz Poyrazların konferansıdır" ifadelerine yer verdi. Türmen'in konuşmasının tamamı ise şu şekilde:

"BU KONFERANS İŞ, AŞ, EKMEK VE ADALET İSTEYENLERİN KONFERANSI"

"Sevgili Dostlar, Demokrasi Konferansı’na hoş geldiniz. Bu konferans hak arayanların, hakları gasp edilenlerin, haklarını ileri süremeyenlerin, sesi duyulmayanların, ezilmişlerin, dışlanmışların konferansı. Bu konferans demokrasi, özgürlük, eşitlik, iş, aş, ekmek, adalet isteyenlerin konferansı. Bu konferans Deniz Poyraz’ların konferansı. Özgürlük, adalet, eşitlik, iş, aş, ekmek-bu taleplerin hepsi eş değerdedir. Hiçbiri ötekinden daha önemli değildir. Hepsinin temelinde demokrasi vardır. O nedenle bir bütün oluştururlar. Gene o nedenle, bir hak talebinde bulunanlar, başka hak taleplerine karşı kayıtsız kalamazlar. Türkiye’de hakların ileri sürüleceği kanallar kapalıdır. Türkiye’yi yöneten otoriter rejim hakların ileri sürüleceği kamusal alanları iyice daraltmıştır. Bu konferansın amacı bir yandan bu kanalları açmak,sesi duyulmayanların sesini duyurmak,öte yandan bütün hak taleplerini bir demokrasi programı çerçevesinde birleştirmek ve buradan hareketle ülkeyi, toplumu yeniden inşa edecek bir demokrasi hareketi başlatmak. O nedenle bu konferansın bir son değil,bir başlangıç olduğunu söylüyoruz. Bu konferanstan ağ oluşturan bir birliktelikle çıkmayı ve yeni bir Türkiye’nin inşası için kolkola yürümeyi ve yürüdükçe bir çığ gibi büyümeyi umut ediyoruz. Haklarından yoksun bırakılanların, ezilmişlerin birleşmesiyle başlatacağımız demokrasi hareketiyle Türkiye’de siyasete yeni bir kanal açmayı, siyasetin amacını ve aktörlerini değiştirmeyi hedefliyoruz. Türkiye’de gerçek bir demokrasinin yerleşmesi için siyaseti siyasal partiler ve liderleri arasında oynanan bir oyun olmaktan çıkarıp, halkın siyasetin öznesi olduğu yeni bir siyaset anlayışı yerleştirmek gerekir. Halkın kendi geleceğini eline alması, siyasetin seyircisi değil, oyuncusu olması bilincinin yerleştirilmesi gerekir. Ancak böyle katılımcı, çoğulcu bir demokrasi ile bugünkü eşitsizliklere, haksızlıklara, adaletsizliklere son verebilir, özgürlük ve huzur içinde yaşayabiliriz. Bu konferans yeni Türkiye’nin inşasında halk olarak söyleyecek sözümüz olduğunu ortaya koymaktadır. Devletin halkı değil, halkın devleti kontrol ettiği yeni bir Türkiye için hep birlikte yola çıkıyoruz. Yolumuz açık olsun!"

EMEK BİLDİRGESİ'NDE YER ALAN TALEPLER:

Talep öncesi Beyza Karabulut'un yaptığı açıklamada, "İşçi, memur, sözleşmeli, taşeron vb. gibi bir dizi istihdam biçimleri ile oldukça farklı adlarla çalıştırılan işçi sınıfı nüfusun oldukça büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Giderek büyüyen bu kesim bir dizi sorunla karşı karşıya ve sorunlar çözülmek bir yana daha da artmaktadır. Yaşanan bu sorunlardan bir kısmı yapısal olarak tanımlanabilecek ve uzun dönemdir varlığı sürdüren sorunlar iken, bir kısmı da özellikle pandemi ile birlikte ortaya çıkmış ya da daha yakıcı hale gelmiştir. Öncesinden başlayan neo-liberal programa uyarlanma adımları, AKP ile büyük bir hız kazandı. AKP’nin hükümet ettiği 2002’den bugüne çalışma yaşamına yönelik Cumhuriyet tarihinde görülmedik ölçüde bir dizi yasal değişiklik yapıldı ve yeni bir çalışma rejimi inşa edildi. Bireysel hakları düzenleyen iş kanunları ile kollektif hakları düzenleyen sendikal yasalar köklü değişikliklere uğradı. İşçiler hiç olmadığı kadar esnek istihdam biçimleri ile çalıştırılırken, kuralsızlık kural haline geldi ve bu çalışma ilişkisi güvencesizliği yarattı. Emek ve sermaye arasındaki ilişkiler de yeniden düzenlendi, sermayenin emek karşısındaki egemenliği arttırıldı, esneklik temelli, kuralsızlığı ve güvencesizliği artırıcı düzenlemeler yapıldı" ifadelerine yer verildi.
  • Asgari Ücret Yoksulluk Sınırının Altında Olmamalıdır
  • İşsizlik Sigortası Fonundan Yararlanma Kolaylaştırılmalıdır
  • Kısa Çalışma Ödeneği Almak Kolaylaştırılmalıdır
  • Kovid-19 Meslek Hastalığı Olarak Kabul Edilmelidir
  • İşten Çıkarma Koşulları Yeniden Düzenlenmelidir
  • Emeklilikte Yaşa Takılmaya Son Verilmelidir
  • KHK Zulmü Son Bulmalıdır
  • Uzaktan Çalışmada İşçinin Hakları Korunmalıdır
  • Örgütlenme Özgürlüğü Önündeki Engeller Kaldırılmalıdır
  • Sendikal Ayrımcılığa Son Verilmelidir
  • Çalışma Süresi Kısaltılmalı, Tüm İşler Çalışabilir Nüfusa Bölünmelidir
  • Mevsimlik Tarım İşçilerine İnsanca Çalışma Koşulları Sağlanmalıdır
  • Herkese Gelir Desteği Sağlanmalıdır
  • Kayıt Dışı Çalışmaya Son Verilmelidir.
  • Temel Giderlere Destek Ödemesi Yapılmalıdır
  • Vergide Adalet Sağlanmalıdır
  • Ücretlilerin Vergi Dilimi Yüzde 15’de Sabitlenmelidir
  • İş ve İşçi Bulma Kurumları Etkin Hale Getirilmelidir
  • İstihdamda Kadın Erkek Eşitliği Sağlanmalıdır
  • Kamuda Güvenceli ve Yeni İstihdam Yaratılmalıdır
  • Parasız Kamu Hizmeti Verilmelidir
  • Etkin Fiyat Denetimi Sağlanmalıdır
  • Çocuk İşçiliği Yasaklanmalıdır
  • İşçiler İş Kazası ve Meslek Hastalıklarına Karşı Korunmalıdır
  • Kayıt Dışı İstihdama Son Verilmelidir

BİLİM AKADEMİ BİLDİRGESİ

Üniversitenin Yeniden İnşası İçin Ortak Öneriler Kapitalizmin bilimsel üretim sürecinde yarattığı antidemokratik dönüşümler karşısında bilim emekçilerinin vereceği yanıt kısmi ya da arızi değil, bütünsel ve yapısal özellik göstermek zorundadır. Özgür ve eleştirel bilginin emek, doğa ve toplum yararı için üretimi ve evrensel paylaşımı ilkesi, ancak ülkede ve üniversitede demokrasinin kurulmasıyla yaşama geçirilebilir. Bunun güvencesiyse akademisyeninden, öğrencisine ve idari çalışanına dek tüm bileşenlerin oluşturduğu bağımsız özyönetim organları olmalıdır. Demokrasi güçlerinin önünde üniversitenin bugününe ve geçmişine dair gerçekçi tespitlerden beslenen ve üniversitenin geleceğine dair bir tahayyülü içeren politik bir program oluşturmak ivedi bir gereklilik olarak kendini hissettirmektedir. Üniversite siyasetine dair böyle bir program, temelde üniversiteyle toplum arasındaki iletişim ve etkileşimin ve de üniversite bileşenlerinin üniversiteyle ilişkilerinin nasıl kurulacağını içermelidir. Üniversitelerin içine düşürüldüğü bu krizi yüzeysel ve geçici önlemlerle aşabilmek mümkün değildir. Yaratılan bu kriz ortamından çıkmanın yolu bugüne kadar yerleşmiş olan bu akademik düzenin köklerinden sökülüp atılmasıyla mümkündür. Kamusal finansman, kurumsal özerklik, iş güvencesi, akademik özgürlükler ve üniversite bileşenlerinin yönetim ve denetim mekanizmalarında yer aldığı eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik özyönetim ilkeleri garanti altına alınmadan böylesi bir kopuşun sağlanamayacağı da unutulmamalıdır. Bu çerçevede, idari ve teknik personelden öğretim elemanlarına, öğrencilerden işçilerine kadar tüm üniversite bileşenlerinin sorunlarına çözüm üretmek, üniversitelerimizi her türlü ayrımcılığın ve eşitsizliğin ortadan kalktığı, insan, toplum ve doğa yararına faaliyet yürüten kurumlara dönüştürmek ve demokrasiyi yeniden inşa etmek için tüm gücümüzü seferber etmeliyiz. Mücadeleyi şu temel ilke ve hedefler doğrultusunda sürdürmeyi öneriyoruz: Üniversiteyi şirketleştirip küresel sermayenin hizmetine sokmaya dönük hiçbir düzenleme, girişim ve uygulama kabul edilemez.
  • Üniversiteyi şirketleştirip küresel sermayenin hizmetine sokmaya dönük hiçbir düzenleme, girişim ve uygulama kabul edilemez. Bireyci-rekabetçi bilgi üretimi yerine kolektif bilimsel üretim; bilginin özel mülkiyeti yerine de toplumsal mülkiyeti esas olmalıdır. Üniversite, piyasanın ihtiyacı olan bilgiyi üretmek ve elemanı yetiştirmek yerine, evrensel kültürün ve eleştirel düşünme yeterliğinin kazandırıldığı bir kurum olmalıdır. Bilginin ürün ve teknolojiye dönüştürülmesinde emek, toplum ve doğa yararı gözetilmelidir. Araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) ve patentleme sistemleri, toplum yararı önceliğiyle yeniden düzenlenmelidir.
  • Yükseköğrenim temel bir haktır ve herkesin parasız yararlanabileceği toplumsal bir hizmet olarak piyasa mekanizmalarına (fiyat, rekabet, verimlilik vb.) ve koşullarına terk edilmemelidir. Öğrenci har(a)çları, emekçi sınıfın yükseköğretime ulaşması önünde bir engeldir ve tamamen kaldırılmalıdır. Öğrencilere eğitim ve araştırma gereçleri, barınma, beslenme ve ulaşım parasız sağlanmalıdır. Yeni özel/vakıf üniversitelerinin açılmasına izin verilmemeli ve var olanlar kamulaştırılmalıdır. Üniversite bünyesinde ticarî amaçla faaliyet gösteren dernekler, vakıflar ve merkezler kapatılmalıdır.
  • Üniversitenin kendi kaynaklarını yaratması adı altında yürütülen ticarileştirme, piyasalaştırma ve özelleştirme uygulamalarına son verilmelidir. Yükseköğretimde maliyeti toplumsallaştırırken faydayı bireyselleştiren bir meta finansman formülü (“yararlanan öder!”) yerine yükseköğretimin faydasını da maliyetini de toplumsallaştıran bir kamu finansmanı esas alınmalı; bunun için genel bütçeden ayrılan pay artırılmalıdır.
YÖK  yerine, üniversitelerin doğrudan temsil edildiği bir üst kurul oluşturulmalı
  • Üniversite özerkliğinin hayata geçirilmesi için gerekli tüm düzenlemeler yapılmalıdır. Akademik özgürlüğün, ifade özgürlüğünün ve üniversitelerin yönetsel özerkliğinin sağlandığı bir sistem kurmak üzere YÖK yerine, üniversitelerin doğrudan temsil edildiği demokratik bir üst kurul oluşturulmalıdır. Bu üst kurulun görevi, eğitim politikalarını belirleme, yükseköğretim kurumları arasında eşgüdüm sağlama ile sınırlı olmalıdır. Bu kurulda demokratik bir yapılanmanın gereği olarak öğretim elemanları, öğrenciler, işçiler ve memurların örgütlü yapıları yer almalıdır.
  • Bütün eğitim tür ve düzeylerinde olduğu gibi, yükseköğretimde de uzaktan ya da çevrimiçi öğretime ancak ötekilerle kurulacak yüz yüze iletişim ve etkileşimle inşa edilebilen bireysel ve kolektif özneleşme ve de kolektif bir gelecek tahayyülü geliştirme imkânını ortadan kaldırdığı; bu nedenle de özgürleşimci bir öğrenme pratiği olmadığı için karşı çıkmak gerekir. Uzaktan öğretim özellikle ezilenlerin kolektif düşünme ve eyleme kapasitesini zayıflatırken; egemenlerin merkezî denetim gücünü artırmaktadır. Yükseköğretim hizmetinden yararlanmada özel mülk ve servet sahipliğinin belirleyiciliğini artıran uzaktan yükseköğretime, çok istisna haller dışında karşı çıkmak ve “yüz yüze” eğitimi inatla ve ısrarla savunmak gerekiyor.
*Akademik personelin doktora sonrası akademik gelişmeleri konusundaki ilke, kriter ve prosedürler, akademide hiyerarşilerin oluşmasına izin vermeyecek biçimde, akademik topluluklarca ve katılımcı bir süreçle yeniden belirlenmelidir.
  • Yöneticilerin seçimi ve kurulların oluşumunda, tüm karar ve denetim süreçlerinde üniversite bileşenlerinin tümü yer almalıdır. Karar ve denetim süreçlerinde kişilerin değil, kurulların egemenliğini esas alan eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik özyönetim ve özdenetim modeli hayata geçirilmelidir.
  • Akademik çalışma ortamı, hiyerarşik yapılanmadan kurtarılmalı, ast-üst ilişkisi yerine birlikte üretim esas olmalıdır. Akademik unvanlar, hiyerarşik göstergelere dönüştürülmemeli, ticari nüfuz kaynağı olmamalıdır.
  • Üniversiteler sadece otoriter ve baskıcı zihniyetiyle değil, kent dışındaki konumları, “güvenlik kaygıları” bahane edilerek kurgulanan kısıtlayıcı/gözetleyici fiziksel mekânları ile halka kapalı/uzak, öğrenci ve öğretim elemanını izole eden steril yerler haline gelmiştir. Üniversitenin kameraları, turnikeleri, tel örgüleri ve demir parmaklıkları sökülmelidir. Mevcut disiplin yönetmeliklerinin, özgür ve demokratik üniversite ile bağdaşan bir tarafı yoktur. Özgür düşüncenin önüne engel koyan disiplin mekanizmaları terk edilmeli; yerine tüm bileşenlerce oluşturulacak “ortak yaşam ilkeleri” hayata geçirilmelidir.
  • Yükseköğretim kurumlarındaki fazla mesai uygulamalarının ve yaptırımlarının tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Üniversitelerde ırk, etnisite, inanç/inançsızlık ve cinsiyet temelli her türlü ayrımcılığa ve baskıya son verilmelidir.
  • Üniversitelerde ırk, etnisite, inanç/inançsızlık ve cinsiyet temelli her türlü ayrımcılığa ve baskıya son verilmelidir. Etnisite, cinsiyet, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği ve cinsiyet ifadesi gerekçe gösterilerek uygulanan her tür dışlama, yok sayma, yıldırma, sindirme ve baskı politikasının anayasal olarak suç sayılan temel insan hakları ihlali olduğu unutulmamalıdır. Bu tür hak ihlallerinin üniversitelerde yaşanmaması amacına yönelik olarak, evrensel/ulusal hukuk normları ve etik ışığında politika belgeleri hazırlanmalı; kurumsal düzeyde ise çalışmaları yasal güvenceye kavuşturulmuş birimler ve etik kurullar oluşturulmalıdır.
Kadınlara yönelik psikolojik, fiziksel, cinsel taciz ve şiddeti önlemek üzere birimler kurulmalı, yönetmelikler hazırlanmalı, bunları uygulama mekanizmaları oluşturulmalıdır.  Üniversitelerde “toplumsal cinsiyet çalışmaları” veya “kadın çalışmaları” adıyla akademik birimlerin kurulması ve bu birimlerin lisansüstü programlar açmaları kolaylaştırılmalıdır.
  • Akademisyenlere asli görevleri olan bilimsel araştırma ve öğretimi gerçekleştirebilecekleri ve insanca yaşayabilecekleri bir ücret ödenmelidir. Bu koşullar altında akademisyenlerin şirketlere danışmanlık, yarı zamanlı çalışma gibi ticarî faaliyetlerine son verilmeli ve tam gün çalışmaları esas olmalıdır. Tüm üniversite emekçilerine koşulsuz iş güvencesi sağlanmalıdır. Üniversite emekçilerinin ve öğrencilerin örgütlenme ve siyaset yapma hakları önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Tüm üniversite emekçilerine toplu sözleşmeli, grevli sendika hakkı tanınmalıdır. Özel/vakıf üniversitelerinde çalışan bilim insanları ve işçiler “piyasalaşmış üniversite”nin sorunlarını en çıplak biçimde yaşamaktadırlar. Bu kurumlardaki eğitim ve bilim emekçileri örgütlü mücadelenin dışında bırakılamaz.
Bizler, üniversiteleri, eğitim hakkı mücadelemizin bir parçasını oluşturan yükseköğretim hakkı ve insan, toplum ve doğa yararına bilim için birer mücadele alanı olarak görüyoruz. Üniversitelerin kurumsal özerkliğini, akademik özgürlükleri, tüm bileşenlerin katılımıyla demokratik eşitlikçi özyönetimi savunuyor; ırkçılığı, cinsiyetçiliği, heteronormativiteyi ve her türlü ayrımcılığı reddediyoruz. Yükseköğretim sistemini kuşatan piyasacı, dinci-gerici ve otoriter politikalara teslim olmamanın yolu, daha fazla demokrasiden, örgütlenmekten ve birlikte mücadele edebilmekten geçmektedir. Dolayısıyla, demokratik duyarlılık taşıyan herkesi, memleketimizde demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz bir boyutu olarak insan, toplum ve doğa yararına bilim düsturuyla özgür ve özerk üniversite mücadelesine omuz vermeye çağırıyoruz.

EKONOMİ BİLDİRGESİ

Demokratik Ekonominin kimi temel başlıkları
  • Demokratik Planlama
Demokratik bir ekonominin oluşturulduğu sistemlerde kaynakların tahsisi (ne, nereye, nasıl, ne ölçüde, kimler tarafından gibi kararların verilmesi) demokratik planlama ile yapılır. Planlamanın ne büyük bir ihtiyaç olduğunu kentlerin ve sanayinin dengesiz dağılımının ölümün eşiğine getirdiği ve kar hırsının müsilaj belasına mahkûm ettiği Marmara Denizi’nin güncel durumuna bakarak daha iyi anlayabiliyoruz. Demokratik planlamanın etkin bir biçimde hayata geçirilebilmesi için temsili demokrasinin yanı sıra yerinden-katılımcı bir demokrasinin inşasına ihtiyaç vardır. Katılım esası, sadece planlama sürecinde yer alanların değil, aynı zamanda etkilenen tarafların da sürece aktif ve örgütlü bir biçimde dahil edilmesi aracılığıyla hayata geçirilir. Toplum tarafından kolektif biçimde yaratılan zenginliğin ne biçimde kullanılacağı ile ilgili tek yetkili ne faşist şef ne de üretim araçlarının sahibi olma sıfatıyla sermayedar olabilir. Gerçek demokrasi, toplumsal kaynakların etkin tahsisi üzerinde toplumsal denetimin güçlenmesinden bağımsız düşünülemez. Bu ilke, geniş katılımlı bir planlamayı gerektirir. Yerelde alınan bu kararlar doğallıkla hemen uygulamaya sokulamaz. Burada maliyetlerin ilan edilmesi, teklif edilen üretim planlarının karşılaştırılması, düzenlenmesi gibi düzenleyici-regülatör bir üst sistem devreye girer. Yani demokratik kaynak tahsisi alttan gelen üretim tekliflerinin üst örgütler tarafından düzenlenmesiyle oluşur. Nihayetinde kaynak tahsisi planlanan ve gerçekleştirilen üretim planlarının sonucunda gerçekleşir. Aynı biçimde güçlü yerel demokrasi aygıtlarının varlığı da adı geçen üst örgütlerin etkin bir biçimde çalışmasının güvencesini oluşturacaktır. Ulusal düzeyde yapılacak büyük ölçekli yatırım planları yatırımın düzeyine bağlı olarak yerel, bölgesel ya da ulusal oylama sonucu belirlenir. Projenin maliyetinin, finansmanının, dışsal etkileri ve faydalarının açık bir şekilde karar vericilerin önüne konulması esastır. Kanal İstanbul Projesi gibi açıkça ekolojik bir felakete yol açabilecek ve inşaat şirketlerine kaynak aktarılması dışında anlaşılır hiçbir gerekçesi olmayan projeler demokratik planlama kapsamında hayata geçirilemez. Devasa bir toplumsal maliyete yol açan Kamu-Özel İş Birliği benzeri projeler de demokratik planlama mekanizmalarının geliştirilmesi sayesinde engellenebilir. Kamu ihale kanunlarının da şeffaflaştırılması ve keyfiyetten uzak bir biçimde yeniden hukuki bir çerçeveye büründürülmesi toplumsal kaynakların demokratik tahsisinin en önemli aracı olacaktır. Benzer biçimde hesap vermezliğin ve toplumsal denetim dışına çıkmanın hukukileştirilmiş biçimi olarak Varlık Fonu’nun ilgası da öncelikli olarak hayata geçirilmesi gereken düzenlemelerden birisi olarak not edilmelidir.
  • İşyerinde Demokrasi
İşletme içi yatırım kararları da yine demokratik katılım esasına uygun olarak alınır. İşletmede çalışan işçilerin geliri iki ölçüte göre belirlenir. Bunlardan ilki kişinin üretim sürecinde sarf ettiği çaba, ikincisi ise sosyal hasılaya yaptığı katkıdır. Sosyal hasılanın varlığı üretilen ürün ve hizmetlerin belirli bir fiyatının olması anlamına gelmektedir. Sosyal maliyetler, pozitif ve negatif dışsallıklar da dahil edilerek oluşturulur. Doğal olarak, aşırı bir kâr söz konusu olmaz. Maliyet seviyesinde fiyatlama yapmak, işletmelerin yeni yatırımlar için kaynak ayırmasına ve işletme içinde ya da dışındaki ihtiyacı olan bireylere maddi transferler şeklinde yardımlara olanak sağlar. Ayrıca vergilere kaynak teşkil edebilmesi için belirli seviyede bir kârlılık ve yıpranan üretim kapasitesinin yenilenmesi için amortismanların da maliyete eklenmesi gereklidir. İşçilerin şirketlerin yönetimine katılmasına dönük mekanizmaların tanımlanması ve işyeri demokrasisinin geliştirilmesi ülkenin istikrarlı ve demokratik bir merkezi yönetime sahip olabilmesinin temel koşullarından biri olarak görülmelidir. Şirketlerdeki “tek adam” rejimlerine dair gerçeklik orta vadede ortadan kaldırılamazsa demokratik rejimin kalıcılığı da tartışmalı olacaktır. İşyerinde işçinin sermaye sahibi karşısındaki tabiiyeti toplum içindeki diktatörleşme eğilimlerinin somut kaynağından birisidir. Ayrıca toplumsal üretimin bir sonucu olarak kolektif bir emek organizasyonunun sonucu olarak ortaya çıkarılan karların toplumsallaşmasını mümkün kılmak için her şirkette karların belli bir oranda aktarıldığı ve tamamen işçilerin denetiminde fonların oluşturulması sağlanmalıdır. İşçilerin bu fonlar aracılığıyla şirketin mülkiyet yapısını demokratikleştirmeleri mümkün olacaktır.
  • Yeni ve yeniden Kamusallık
Kamunun neoliberal tahrifat ve yıkımdan sonra ekonomik ve sosyal fonksiyonlarını yeniden kazanması ve geliştirmesi, geleceği planlama yetilerini yeniden kazanıp plan yapmasıyla mümkündür. Bunun için bir Demokratik Merkezi Planlama bölgesel, yerel ve sektörel bağlantılarıyla etkin bir şekilde oluşturulmalıdır. Bu yapıldığında farklı planlama mekanizmaları arasında olması gereken uyum ve tutarlılık sağlanmış olacaktır. Merkezi ve yerel planlama mekanizmalarında halk temsilcilerinin ve emekçi örgütlerinin karar alma süreçlerine aktif katılımı sağlanmalıdır. Bu tür bir katılımcılık demokratikleşme eğilimlerini de güçlendirerek oluşturulacak planlama mekanizmalarının demokratikleşmesini sağlayacaktır. Özelleştirme uygulamalarına son verilerek, özelleştirilen KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsleri)’ler tekrar yeniden tanımlanmış bir kamusallık perspektifine uygun olarak, kamu mülkiyetine alınmalıdır. Yerel ölçekte bölgesel planlamalara bağlı olarak BİT (Belediye İktisadi Teşebbüsleri)’lerin gelişimine olanak sağlayacak mekanizmalar şirketleşmiş belediyeciliğin yerine ikame edilmelidir. Mevcut verimsiz KİT’ler ise teknolojik yenilenmeye gidilerek verimli hale getirilmelidir. Uygulanacak Demokratik Merkezi Planlama çerçevesinde gerek duyulduğunda özellikle de teknolojik yenilenme, bölgesel ve toplumsal cinsiyetler arası eşitsizlikleri ortadan kaldırma, tarımsal ve ekolojik sosyal büyüme politikalarını desteklemek amacıyla yeni KİT’ler ve BİT’ler kurulabilmelidir. KİT’lerin yönetim ve denetim süreçlerinde o işletmede çalışan emekçiler, BİT’ler de ise ek olarak yerel halkın temsilcileri söz sahibi olmalıdır. Denetim süreçlerine katılım emekçilerle sınırlı kalmamalı, o işletmenin kararlarından etkilenen tüketicilerin, yöre halkının ve çevreci inisiyatiflerin de katılımları sağlanmalıdır. Karın artırılmasını değil toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına ve ekolojik sınırlar kapsamında tüm toplumsal üretim kapasitesinin etkin bir biçimde kullanılmasına öncelik veren, işçiyi üretime yabancılaştıran değil onu emek sürecinin tam yetkili bir paydaşı haline getiren bir sürecin örgütlenmesi yeni bir kamusallığın doğuşunun da müjdecisi olacaktır.
  • Müşterekler Ekonomisine Doğru
Demokratik ekonomi ile kolektif mülkiyet kavramları birbirinden koparılamaz nitelikte iki kavramdır. Sadece bölüşümde adaletin sağlanabilmesi için değil, mülkiyet tekelleşmesinin yaratacağı otoriter karar mekanizmasının engellenebilmesi için de mülkiyetin kolektif sahipliği savunulur. Ancak bu her şeyin mülkiyeti değil, üretim araçlarının mülkiyetidir. Küçük ölçekli işletmeler- kendi işyerlerinde çalışan insanlar sistemin önemli parçalarıdır. Bunlar istihdama ciddi katkıda bulunurlar. Kısacası, ortalama getirisi artan eğilimli olan, sahibine çabası dışında ek bir gelir sağlayan, yıpranma payı emeğe göre çok daha az olan ve yüksek birikim hızına sahip olan mülkiyet edinimine izin verilmez. Mülkiyet konusu hem gelir dağılımında adalet ve hem de işyerlerinde ve makro ölçekte ekonomide demokrasinin zedelenmemesi için sürekli olarak gündemde tutulur.
  • Çalışmanın Paylaşımı ve iş sürelerinin kısalması
Demokratikleşmiş bir ekonomide ihtiyaçları rahatça karşılayabilmenin veya daha fazla dinlenme zamanının en önemli kısıtlarından biri sosyal maliyetlerin düşürülmesidir. Kapitalist rasyonaliteye göre hep daha fazla tüketmek için daha fazla çaba sarf edilerek üretim yapılması gereklidir. Üretimi artırmanın bir yolu da sosyal maliyetleri düşürerek, üretim planlarını kabul ettirebilmektir. Daha fazla dinlenmek için ise üretim sürecinde harcanan çabanın düşürülmesi gereklidir. Daha az çaba ile daha fazla sosyal hasıla elde edilmesi için ise daha yenilikçi teknoloji ve üretim yöntemlerinin yanı sıra sosyal inovasyonların da bulunup ortaya konulması gereklidir. Kapitalizmdeki daha fazla kar yerine, demokratik ekonomide bu iki durum teknolojik inovasyonun itici gücünü oluşturur. Yaşanan işsizlik sorununun çözümü için de iş saatlerinin kısaltılması ve var olan işlerin çalışmak isteyenler arasında paylaştırılması önemli bir araç olacaktır. İstihdam oranı %40’larda gezerken çalışma sürelerinin dünya ortalamasının çok yukarısında olması sürdürülebilir bir durum değildir hem istihdam edilemeyenler hem de aşırı çalışanlar için gerçek bir yıkım durumuna tekabül etmektedir.
  • Sosyal fayda- sosyal maliyet analizi
Etkinlik ve kaynakların verimli kullanımı sosyal fayda- sosyal maliyet temelinde önerilecek üretim reçeteleri temelinde şekillenir. Burada ikili bir mekanizma mevcuttur. Öncelikle, önerilen üretim planının sosyal faydası sosyal maliyetten büyük olmalıdır. İkinci olarak, bunun müzakerelerde diğer üretim planlarına göre daha avantajlı olması gereklidir. Yani, sadece faydanın yüksek olması değil, mümkün olduğu kadar yüksek olması ve maliyetlerin mümkün olduğu kadar asgari olması gereklidir.
  • Büyümeyi demokratikleştirmek
Demokratik bir ekonomide, ekonomik büyüme tek başına bir amaç değildir. Günümüzde popülerleştirildiği şekilde bir büyüme fetişizmi yoktur. Yoksullaştıran ve çölleştiren bir büyümenin meftunu olamayız. Aksine ekolojik duyarlılık bu konuda ön plana çıkar. Büyüme, toplumsal ihtiyaçların artması ve gelişmesine bağlı olarak, verimlilik – inovasyon temelinde oluşur. Daha verimli üretim yöntemleriyle desteklenen üretim artışı, sosyal sabit sermayeye yapılan yatırım, toplumsal ihtiyaçların artmasına bağlı olarak yine toplumsal uzlaşı ile yapılan büyük ulusal yatırımlar büyümenin belirleyicisi olur ancak bu noktada da büyüme amaç fonksiyonunun en önemli bileşeni ekolojik kısıtlardır. Bu anlamda, kapitalist büyüme ile karşılaştırıldığında, daha verimli, adil, etkin, ekolojik ve eşitsizlikleri gidermeyi önceleyen bir büyümeden söz etmek mümkündür.
  • Temel Gelir Güvencesi Yaşatır
Bölüşümün temel ölçütü üretim sürecinde sarf edilen çabadır. Tüm bireylerin ortak inisiyatiflerinde olan araç onların kişisel çabalarıdır. Adaletin tesis edilebilmesi amacıyla bölüşüm çabaya dayandırılır. Doğallıkla, kişisel çabası yeteri kadar gelir ve tüketim hakkı yaratmayan bireyler için Temel Gelir Güvencesi gibi destekler mevcuttur.  Toplum, kolektif ihtiyaçların karşılanması için çalışan işçi bireyin ekonomik dalgalanmalar karşısında yaşanan zorlukları tek başına yüklenmesine seyirci kalmaz. Temel Gelir, istihdam edilebilmenin giderek bir ayrıcalık haline geldiği bir dönemde istihdam edilme ile gelire ulaşma hakkı arasındaki zorunlu bağı ortadan kaldırır. Yine benzer biçimde emek gücünün yeniden üretilmesi için gereken temel hizmetlerin metasızlaştırılması yani bir kamusal bir hak olarak örgütlenmesi emek gücünü satmak dışında bir gelir kaynağına sahip olmayanların devlet ve sermaye karşısında güçlendirilmesi için hayati önemde bir düzenleme olacaktır. Güvencesizleştirmenin sermaye ve devlet açısından en temel yönetme aygıtı haline geldiği günümüz kapitalizminde yaşanan otoriterleşme eğilimlerinin bu olgu ile ilişkisini kurabilmek hayati önemdedir. Gelire ulaşma koşulları giderek iptidaileşen ve prekarya haline dönüşen işçi sınıfı, içine batmak zorunda kaldığı finansal ağlara muhtaç hale dönüştükçe demokrasinin en temel öğelerinden birisi olan kolektif toplumsal mücadeleleri destekleme kapasitesini yitirmekte, örgütsüzleşmekte, neo-faşist ve sağ popülist hareketlerin dogmatik izleyicileri haline dönüşebilmektedirler. İşçi sınıfının kolektif mücadele kapasitesinin modern demokrasilerin kurumsallaşması açısından ne derece önemli olduğu düşünülürse günümüzde yaşanan demokratik gerileme dalgasında da işçi sınıfının kolektif kapasitelerini kaybetmesinin ne derece belirleyici olduğu anlaşılacaktır. Dolayısıyla demokratik ekonomi programının işçi sınıfının kolektif kapasitesini geliştirecek düzenlemelere sahip olma zorunluluğu, onun sermayenin şu ya da bu fraksiyonunun çıkarlarını önceleyen neoliberal veya korporatist/neo-merkantalist ekonomi programlarından ayrıştırıcı unsurudur. Neoliberalizmin halk sınıflarının sermaye ve devlet karşısında direnme kapasitesini ortadan kaldıran tahribatı bugün yaşadığımız neo-faşizm karabasanının baş mümessilidir. Neo-faşizmin karşısına neoliberal restorasyon programıyla çıkmaya çalışmak bu açıdan mutlak anlamda abesle iştigal olacaktır. Sadece toplum değil iş mekanları da doğrudan-katılımcı demokratik bir şekilde örgütlenir. Bireyler çalışmayı arzu ettikleri ve yeteri kadar çaba sarf etmek istedikleri noktada iş bulabilirler. Emek piyasasındaki bozucu etkilerin az olması istihdam seviyesini yükseltir. Emeğin korunması öncelikle işyerlerinin demokratikleşmesi ile mümkün olacaktır. Sendikalar ve diğer emek örgütlenmeleri gibi örgütlenmeler hem işçi sınıfını koruyucu hem de kararlarda dengeleyici bir rol oynar.
  • Meclisler ve Kooperatifler Ekonomiyi Demokratikleştirir
Meclisleşme ve kooperatif işletmelerin sürdürülebilirliği “dengeleyici iş modelleri” ile sağlanır. Bu modeller işyerlerindeki antidemokratik, patriyarkal hiyerarşiyi önlemeyi amaçlar. Dengeleyici iş modeli, belli nitelikteki işlerin belirli kişilerce yapılmasını ve fiili yönetimi ele geçirerek, diğer işçiler üzerinde egemenlik kurmasını engeller.  Kararlar işyerlerinde yaratılan demokratik kurullarda ile alınır. Kurulların yönetim kadrolarında yer alanlar bu görevleri sadece belirli süreliğine ifa ederler, karşılığında ek bir ücret almazlar. Sürekli bir rotasyon söz konusudur. Büyük ölçekli ve önemli kararlar herkesin katılımı ve oybirliği ile alınır. Özetle, dengeleyici iş modelleri ilkesiyle işyerlerindeki hiyerarşinin ortadan kaldırılması, mümkün olduğunca dikey örgütlenmenin azaltılması, işyerlerinde elit yönetici bir katmanın oluşumunun önlenmesi, kararların katılım esasında çoğulculukla alınması işyerlerindeki demokrasiyi oluşturur. Devlet, yasama-yargı-yürütme gibi klasik işlevlerini yerine getirirken, ekonomik alanda büyük yatırımların yapılması, finansmanı, kolektif hizmetlerin sunumu ve finansmanı da devletin yapması gereken işler arasındadır. Ekonominin geri kalan alanlarında devlet kurulları uzlaşmacı, koordine edici, yönlendirici rol oynarlar. Devletin görev alanı, “toplum için yasalar çıkarmak, karara bağlamak, güvenlik konularını halletmek ve yürütme konularıyla ilgilenmektir. Devlet, ekonomik kurumlar için ortak olmayan bazı özel yürütme yetkilerini kullanır.  Demokratik-katılımcı ekonomi ilkelerinin uygulanması doğallıkla, devletin yapısı ve amacında değişiklikler yapılmasını gündemde tutacaktır.
  • Bütçe Hakkı Sarayın değil Halkındır!
Bütçe Hakkı, kamu gider ve gelirlerinin, borçlanma düzeylerinin belirlenmesinde halkın söz sahibi olmasıdır. Bu hak, halkın yüzyıllar süren demokrasi mücadelesinin aşama aşama kaydettiği kazanımlarının ürünüdür. Bu çerçevede sırasıyla; halkın Meclis dışındaki örgütlü temsilcileri ile bütçe hazırlama süreçlerine denetimine aktif katılımı sağlanmalıdır. Bütçenin hazırlanmasında toplumsal ciddiyet eşitsizliğiyle mücadele esas alınarak, kadınların ekonomik kaynaklara, kamusal hizmetlere, eğitime, sağlığa ve sosyal koruma haklarına eşitsiz erişimi gerçekleştirilmelidir. Bütçe performans denetimini olanaklı kılan raporların ve 5018’in zorunlu kıldığı diğer raporların Meclis’e sunulmasının yeni kurulacak Kesin Hesap Komisyonu’nda müzakere edilmesi mümkün kılınmalıdır. Ödenek üstü harcamalara ayrım yapılmaksızın tamamlayıcı ödenek verilmeyerek bu tür giderlere neden olan sorumlulardan hesap sorulmalıdır.
  • Yeniden Dağıtımcı-Bölüştürücü ve Eşitlikçi Vergi Politikası
Vergilendirme konusunda temel ilke işletmelerin kullandıkları, barındırdıkları sermaye üzerinden vergi alınmasıdır. Yani, dolaylı bir vergileme değil, doğrudan ve sınırları iyi çizilmiş bir vergilendirme söz konusudur. Bunun dışında, belirli bir ölçeğin üzerine çıkan işletmelerin gelirleri artan oranlı bir vergilemeye tabi tutulur. Dolaylı vergilerin radikal bir biçime azaltılması, özellikle yüksek rant gelirlerinden elde edilen servetlerin yüksek oranlı vergiye tabi tutulması, büyük servetler için veraset vergi oranlarının yükseltilmesi demokratik ekonomi programının kısa vadeli hedefleri arasındadır. Vergilendirme politikasının esası neoliberal tahribatı geri döndürecek biçimde servetlerin yukarıdan aşağıya yeniden dağıtımının araçlarının sağlanması olacaktır. Sermayenin ehil ellerde en verimli biçimde kullanılacağını vazeden neoliberal dogmaya dayanan ve finans kapitale neredeyse negatif vergi uygulayan politikalara son verilmesi, özelikle temel tüketim ürünlerinden ve düşük maaşla çalışanların ücretlerinden kesilen vergilerin artan oranlı  servet vergisi, rant vergisi ve oranı yükseltilmiş kurumlar vergisiyle ikame edilmesi siyasi iradenin varlığı koşullarında kolaylıkla sağlanabilir. Sonuç olarak… Gerçek bir demokrasi hareketinin geniş halk kesimlerini devlet ve sermaye karşısında güçlendiren bir ekonomi politikası ajandasına sahip olmaması düşünülemez. Geniş halk kesimlerinin demokrasi mücadelesine dört elle sarılmasının temel koşulu da demokrasinin halka adil ve onurlu bir yaşamı, güvenceli bir geleceği, etkin ve örgütlü kişiler olarak toplumsal yaşama katılma imkân ve kapasitesini kazandırabilmesidir. Demokratik ekonomi programının bu açıdan hızla kurumsallaşmakta olan faşizme karşı kitlesel demokrasi mücadelesinin en önemli kaldıraçlarından birisi olması kaçınılmazdır.

KADIN BİLDİRGESİ

  • Eşit yurttaşlık hakkımızın garanti altına alınması için hayatın her alanında somut adımlar atılmasını, toplumsal cinsiyet eşitliğinin yasalarda ve hayatın her alanında sağlanmasını istiyoruz.
  • Kazanılmış haklarımızı ve mücadeleyle yazdığımız yasaları tehdit eden söylemlere ve girişimlere son verilmesini istiyoruz…
  • Şiddetsiz bir yaşam sürme hakkımız için acil bir eylem planı açıklanması ve uygulanmasını istiyoruz… 7/24 çalışacak etkin, farklı dillerde hizmet veren özel bir Alo Şiddet Hattı… Her semtte bir kadın danışma evi, her 100 bin nüfusa en az bir sığınak, her 200 bin nüfusa en az bir cinsel şiddet kriz merkezi… Şiddetle ilgili ulusal mücadele ağı... Şiddete uğrayan kadınların ve LGBTİ+’ların bağımsız bir yaşam kurmak için ihtiyaç duyduğu barınma, eğitim, sağlık, istihdam olanaklarının kamusal hizmet olarak sağlanması… Göçmen kadın ve çocuklara yönelik şiddeti önleme ve şiddete karşı korumada ayrımcılığa son verilmesi… 6284 kadınları şiddetten koruma yasasının etkin uygulanmasını istiyoruz… Yasaların eksiksiz uygulanmasını istiyoruz…  Tüm şüpheli kadın ve LGBTİ+ ölümlerinin mercek altına alınmasını; ekonomik ve siyasal olarak nüfuzlu kişilerle ilgili cinsel saldırı ve cinayet iddialarının aydınlığa kavuşturulmasını, faillerin ve soruşturmaların kapatılmasında rolü olanların cezalandırılmalarını istiyoruz…
  • TCK 103. madde kapsamındaki çocuk cinsel istismarcılarına af, “erken evlilik” “genç evlilik” gibi adlar altında çocuk cinsel istismarının meşrulaştırılmasına; kadınların Medeni Kanun, Ceza Kanunu ve şiddet ile ilgili kanunlardaki kazanılmış haklarını ve anayasal eşit vatandaşlık ilkesini kamuoyu önünde sürekli olarak tartışmaya açan tüm söylem ve girişimlere son verilmesini istiyoruz…  Çocuk yaşta evlendirmeleri ve çocuk istismarını önlemesi gerekirken; aksine teşvik eden, kolaylaştıran ya da göz yumanların soruşturulmasını ve cezalandırılmasını istiyoruz...
  • Eğitimin her kademesinde, medyada, toplumsal hayatın her alanında cinsiyetçi rolleri, kalıplaşmış tutum ve davranışları değiştirmek üzere somut adımlar atılmasını istiyoruz…
  • İşyerinde şiddetin ve ayrımcılığın önlenmesi için etkin politikalar, örgütlenme özgürlüğü ve İLO 190 sayılı sözleşmenin imzalanıp uygulanmasını, cinsiyetçi istihdam politikalarının son bulmasını, insanca yaşanacak ücret, iş yaşamının her kademesinde, yönetici pozisyonlarda eşitlik istiyoruz…
  • Kadın istihdamın önündeki engellerden olan çocuk bakımı, yaşlı bakımı ve ev işleri kadının üstünden alacak sosyal politikalar, salgın döneminde artan kadın işsizliğini azaltacak istihdam politikaları, kadınların gelirlerini koruyacak önlemler, artan bakım emeği için ekonomik destek ve ebeveyn yardımları istiyoruz.
  • Kadın yoksulluğunu ortadan kaldırmak tüm kadınların nitelikli eğitim imkanlarına ulaşabildiği olduğu, gelir getirici güvenceli istihdam imkanlarının bulunduğu, kadınların kendi yaşamları üzerinde irade sahibi olduğu, siyasette ve karar alıcı mekanizmalarda eşit yer aldıkları bir toplumda mümkündür. Bu toplumun inşası için tüm demokrasi güçleri sorumluluk sahibi.
  • Özgür, eşit, şiddetsiz bir yaşam mücadelemizde dayanışmamızı ve örgütlülüğümüzü hayata geçirdiğimiz kadın kurumlarına yönelik her türden saldırıya, kadın aktivistlere ve siyasetçilere yönelik saldırılara, gözaltı ve tutuklamalara, kadın mücadelesini kriminalize etme girişimlerine son verilmesini istiyoruz.
  • Bu ülkenin Deniz Poyraz şahsında savaş politikalarının aramızdan aldığı tüm kadınlara barış borcu var. Kadınların huzurunu, güvenliğini, eşit yurttaşlık, dil ve kimlik haklarını güvence altına almak, kadınları özel hedef haline getiren militarist politikaların yaygınlaştırdığı cinsiyetçi söylem ve uygulamaları geride bırakmak, savaşa harcanan bütçelerin kadınların temel ihtiyaçlarına, hak ettikleri insanca yaşam için gereken şiddetten korunma mekanizmaları, eğitim, sağlık, istihdam olanakları, barınma, çocuk ve yaşlı bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılması için kullanılması için barışa ihtiyacımız var. Kadınların özgür ve eşit olmadığı, şiddet tehdidiyle sürekli karşı karşıya bırakıldığı, haklarının sistematik bir biçimde saldırı altında olduğu, savaşın, nefret söylemlerinin, ayrımcılığın hüküm sürdüğü bir ülkede demokrasi yoktur. Kadınların eşit ve özgür bir yaşam mücadelesini içermeyen bir demokrasi mücadelesi, kadınların eşit ve özgür bir yaşam için somutlaştırdığı taleplerini asli talepler haline getirmeyen bir demokrasi programı mümkün değildir. Kadınların haklarına yönelik topyekûn saldırılara karşı topyekûn bir mücadele tüm demokrasi güçlerinin sorumluluğu.

LGBTİ+ BİLDİRGESİ

LGBTİ+ hareketi otuz yılı aşan mücadele tarihinde yeri geldi 1 Mayıs alanlarından “Kapitalizme karşı buradayız” ve “LGBTİ+ hakları sendikal haklardır” dedi; Newroz ateşinin üzerinden atlarken “Biji Aşitî” dedi; 8 Mart’larda patriyarkaya karşı sokakları doldurdu, barış mitinglerinde hem barışı savundu hem de “LGBTİ+’lara ilan edilmemiş savaşa da son” dedi ve Onur Yürüyüşleri’nden haykırdı: Vardık, varız, varolacağız! Biz Demokrasi Konferansı olarak LGBTİ+’ların bu uzun soluklu eşitlik, özgürlük, adalet ve hak mücadelesinden öğrenmeye adayız. LGBTİ+’ların açtığı patika yolların arkasında denizi birlikte görmek istiyoruz. Hükümetin LGBTİ+’lara saldırıları aynı zamanda hepimize ve demokrasiye saldırıdır. Demokrasi, özgürlük talepleriyle, iş, ekmek talepleri birbirini tamamlayan bir bütün oluşturur. Biri olmazsa öbürü de olmaz. Hak talebinde bulunan kişi ya da gruplar başka hak taleplerine karşı kayıtsız kalamazlar, kendi talepleriyle başka talepler arasındaki ilişkiyi görmezlikten gelemezler. LGBTİ+’lara nefret saldırılarına karşı demokrasi güçlerinin, toplumsal muhalefetin nasıl cevap verdiği, LGBTİ+’lara ilan edilen bu savaşı durdurma konusunda büyük önem taşıyor. Hükümetin LGBTİ+ düşmanı bir politikası varken demokrasi güçlerinin ve toplumsal muhalefetin LGBTİ+ hakları ve eşitliği için politikasının olmaması kabul edilemez. LGBTİ+ hakları, eşitliği, adalet ve özgürlüğünü kurumlarımızın merkezine çekmek, merkezi ve yerel düzeyde politikalar geliştirmek hem güncel hem de tarihsel görevimiz olmalı. LGBTİ+’lar kurumlarımızın, örgütlerimizin, hayatlarımızın dışında değil. Bizlere düşen birlikte özgürleşmek için birlikte mücadele etmek ve iktidarın düşmanlaştırma zehrine karşı yoldaşlık panzehirini üretmektir. Burada, bu konferansta bir araya gelişimiz bir yandan da LGBTİ+ Onur ayı olan Haziran ayını selamlamaktır. LGBTİ+’ların direnişi bizim de direnişimizdir. LGBTİ+ Onur Ayı kutlu olsun. “Nasıl bir demokrasi istiyoruz” sorusunun yanıtını bu coğrafyanın en köklü direnişlerinden olan Onur Yürüyüşleri’nde arayacağız… Anayasal tanınma talebi LGBTİ+’ların adlarıyla çağrılma talebidir! LGBTİ+’ların senelerdir yinelediği anayasal eşitlik, nefret suçlarına karşı koruma, sağlık, istihdam, eğitimde ayrımcılığa karşı yasal önlemler talepleri Demokrasi Konferansı olarak bizim de talebimizdir. Talep etmenin ötesinde; nasıl ki yaşamak istediğimiz hayatı şimdiden örmek, ilmek ilmek eşitliği ve özgürlüğü kazanmak için başka alanlarda örgütleniyorsak; LGBTİ+’ların eşitlik mücadelesinde de yoldaşlık etmekten onur duyuyoruz. “Toplum hazır değil” diyenlere, toplum biziz diyoruz. LGBTİ+’ları yok sayanlara, LGBTİ+’ların köklü mücadelesini hatırlatıyoruz. LGBTİ+’lara sapkın, günahkar, anormal, hasta diyenlere karşı bir aradayız! Alışın! Buradayız, gitmiyoruz! Varoluşlarımızı nefret söylemleri ve hedef göstermelerle kriminalize edenlere, bayraklarımızı ve tüm izlerimizi sokaktan silmeye çalışanlara, muhtelif suçlamalarla kimliklerimizi yargının konusu haline getirenlere, İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçeceğimizi zannedenlere de hatırlatıyoruz: Alışın! Buradayız, gitmiyoruz! İktidarın, pandeminin başından beri artarak devam eden nefret söylemlerine karşı, homofobiye, bifobiye, transfobiye, interfobiye ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele etmeye devam edeceğiz. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin gerekçesi haline getirilmeyi kabul etmiyoruz. İstanbul Sözleşmesinden vazgeçmiyoruz. Cumhurbaşkanlığı’nın sözleşmeden çekilme açıklamasındaki cümleleriyle ortaya koyduğu LGBTİ+ düşmanlığına karşı LGBTİ+’ların kimliklerinin kimseden icazete ihtiyaç duymadığını bir kez daha yineliyoruz. Stonewall’dan Ülker Sokağa; Eryaman’dan, Meis Sitesi’ne; Mis’ten Bayram Sokak’a, ODTÜ’den Boğaziçi’ne yaşamın her alanında vardık, varız ve var olmaya devam edeceğiz.

EKOLOJİ BİLDİRGESİ

Demokrasi Konferansı ekoloji grubu olarak yaptığımız çalışmaların sonucunu burada ana başlıkları ile özetlemeye çalışacağız. Hemen her yurttaşın günlük hayatta yaşamsal faaliyetlerini sürdürürken karşılaştığı ekolojik sorunlar yıkımlar ve doğanın tahribatını görünür kılmaya, farkındalık yaratmaya yürütülen ekolojiyi koruma ve yaşam alanlarını savunma mücadelesine dikkat çekmeye çalışmak ve toplumu yeniden kurmanın, ekolojik demokratik bir toplumsallığın imkan ve olanaklarını bugüne kadar yürütülen çalışmalar ışığında bilgi birikim ve deneyimleri de aktarmaya çalışacağız. Ya kanal ya İstanbul, Vahşi madenciliğe son, Termik santraller  kapatılsın, Nükleere Hayır, Su haktır ticarileştirilemez, Kıyı yağmasına son, İmar talanına hayır; Denizler, Göller, Akarsular Çöplük değildir,  İklimi değil sistemi değiştir... Daha nicelerinin mücadele alanlarından haykırdığı, gözaltılar, tutuklamalar, para cezaları, engellemeler ve en nihayetinde Ali- Aysin Büyüknohutçu çifti ve Metin Lokumcu gibi ekoloji aktivistlerinin katledildiği bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz. Kapitalist yayılmayı yönlendiren "Büyü ya da öl" yasasının yaşadığımız ekolojik sorunların temelini oluşturduğunu da biliyoruz Dolayısıyla yaşadığımız sorunların sistem sorunu olduğunu bilerek "İklimi değil sistemi değiştir" şiarıyla hareket ederek bize anlatılan ve sorunların kaynağı olarak gösterilen teknoloji, nüfus ve bireysel insan faaliyetleri gibi cambaza bak numaralarına kanmadan, çözüm diye yutturmaya kalktıkları "Yeşil Yeni Düzen" ya da "Avrupa Yeşil Mutabakatı" gibi sistemi yeniden ve yeni rant alanlarıyla rehabilite etme masallarına da kanmayacağız. Sistem içi politika önerileri yıkımın yer değiştirmesi anlamına geliyor. "Yıkımın yer değiştirmesi “anlamına gelen sistem içi politika önerilerinde iklim sorunu, karbondioksit emisyonlarına indirgenir. Doğa ile akıl dışı ilişkilerin kurulduğu piyasa ekonomisi, meta üretimi, kâr peşinde koşma amacı, emek sömürüsü, şirketlerin doğayı yağmalamasını kolaylaştıran kapitalist devlet aygıtları değil de sorun yalnızca artan karbondioksit miktarıdır. Sorun bu olunca çözüm de karbonsuzlaştırma olarak sunulur, Avrupa Yeşil Mutabakatı'nda olduğu gibi karbonsuzlaştırmayı sağlamanın kolay yolu karbon emisyonlarına yol açan fosil yakıtları terk etmek için enerjiyi yenilenebilir enerji kaynaklarından üretmektir. Bunun anlamı Avrupa'ya yüzbinlerce adet rüzgâr, elektrik türbinleri ve güneş panelleri yerleştirilmesidir. Ne var ki rüzgâr türbinleri, güneş panelleri ve pillerin yapımında gerekli elementler ve metaller yoğun madencilik faaliyetleri ile elde edilir. Otomobillerde "Yeşil Dönüşüm" benzinden elektriğe geçişle sağlanacaktır. Oysa elektrikli otomobillerde de kullanılan lityum pilleri için bile AB 2050 yılında bugünkü talebinin en az 60 katı lityuma gereksinim duyacak. Lityum madenciliğinde yeryüzü altüst edilecek, enerji verimliliğini sağlamak için yalıtımlı, "düşük karbonlu" yeni konutlar yapılacak ama böylece canlanan inşaat sektörünü beslemek üzere binlerce kum, mermer, kiremit, tuğla, taş ocakları açılacak, iklim düşmanı çimento fabrikaları tam kapasite çalışacak, demir madenciliği yapılacak ahşap elde etmek için ormanlar yok edilecek. Avrupa Yeşil Mutabakatı’na umut bağlanamayacağı içerdiği bu politikalardan bellidir. İklim sorununa çözüm getiriyormuş gibi yapılırken madencilikle, inşaatçılıkla, elektrikli otomobillerle yenilenebilir enerji santralleri ile ekolojik yıkım önlenmiş olmaz, bir ortamdan ötekine aktarılıp yeri değiştirilir ve sonuçta çöküş kaçınılmaz hale gelir. Sömürülen ve ezilen toplum kesimleriyle doğanın yararını bütünleştiren yeni bir düzen Şirketler, onları temsil eden örgütler, hükümetler kapitalist devletlerin uluslararası birlikleri iklim sorununu çözmek yerine ekolojik yıkımı derinleştiren geleceği ötelenmiş mali yükü de halka yükleyen bir politikada mutabakata varmışlar Asıl sorun toplumsal eşitsizliklere koşut olarak iklim değişikliğinin ve ekolojik yıkımın altında ezilen emekçi, işsiz, göçmen, sömürülen, sömürgeleştirilen %99u oluşturan halkların bu oyunu bozup bozmayacağıdır. Sermaye ve devlet aktörlerinin dünyaya dayattıkları yeşil mutabakatın ideolojik esaretinden kurtulup,  sömürülen ve ezilen toplum kesimleriyle doğanın yararını bütünleştiren gerçekten yeni bir düzen kurmak için mücadeleyi yükselmekten başka bir çözüm yok.  İklimin de insanlığın da kurtuluşu işte bu mücadeleye bağlıdır. ( Prof. Dr. Aykut Çoban) Bizler ekoloji mücadelesinin aktivistleri olarak “ Başka bir Dünya Mümkün” derken tam da bunu kast ediyor, bunun imkân ve olanaklarının örneklerini görünür kılmaya çalışıyoruz. Doğa hakları, yaşam hakkı, suya erişim hakkı, temiz hava hakkı, yaşamsal döngülerini devam ettirme hakkı, saygı duyulma hakkı, kendi kimliğini ve bütünlüğünü ayrı özlük ve birbiriyle ilişkili varlıklar olarak sürdürme hakkı, bütünsel sağlık hakkı, kirlenmeden zehirli ve radyoaktif atıklardan muaf olma hakkı, barış içinde birbiriyle yaşama hakkı gibi haklar ve özgürlükler elbette ki demokratik bir ortamda yeşerir ve karşılık bulur. Toplumu kapitalist yıkıcı ve ekosistemleri tahrip eden bu cehennemden çıkarmak ve yeniden ekolojik, demokratik bir toplumsallığın yaratılması ; ancak demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile işlediği bir ortamda gerçekleşebilir.

GENÇLİK BİLDİRGESİ

Söz, yetki, karar üniversite bileşenlerine! Üniversitelerde polis ve özel güvenliğin varlığını, baskısını kabul etmiyoruz! Eğitim hakkımız gasp edilemez: Tutuklu öğrencilere özgürlük! Öğrencilerin kriminalize edilmesi kabul edilemez; haklıyız, kazanacağız! Üniversiteden şirket olmaz, özgür ve bilimsel eğitim istiyoruz! Bugüne geldiğimizde üniversiteler, bilim üretmek amaçlı kurulan yapılar olmaktan çıkarılmış, sermayenin karına daha fazla nasıl katkı yapar sorusunun sorulduğu yerler haline gelmiştir. Bugün,sistemlerinin devamı için bir grup azınlık eğitimi her tür insani ögenin dışına taşımış, baskıcı ve bilimsellikten uzak bir yapıya sokmuştur. Akademik değerlerin içinin boşaltılmasıyla başlayan süreç; üniversitelerde okuyan öğrencilerin sermayedarlar için teknik eleman, kalifiye işçi olarak yetiştirilmekten öteye geçmeyen, bilim üretiminden uzak yapılar haline gelmiştir. Bizler üniversitelerimizin sermayenin karını artırmak üzerine düzenlenen yerler değil, öğrencilerin eğitimin nesnesi değil öznesi olduğu alanlar olmasını istiyoruz. Okulların öznesi öğrencilerdir, öğrenci olmadan bir okul ancak boş duvarlar yığınıdır. Bizim yapmamız gereken, üniversitelerin özneleri olarak, bilim üretiminden vazgeçmemek ve üretebilecek alanları bugünden yaratmaktır. Bugündendir zira, yarına bir hedefle çıkmak, ufuk açıcı olacaktır. Bunu gerçekleştirmek ise bizim elimizdedir. Öğrenci gençlik olarak üniversiteleri sermayenin çıkarlarına terk etmiyor özgür bilimsel eğitim istiyoruz! YÖK kapatılmalıdır! Eğitimin nesnesi değil öznesiyiz! İntihara, güvencesiz çalışmaya, işsizliğe mahkum edilmeyi kabul etmiyoruz! Kendimizi ifade edecek alanların kapatılmasıyla gittikçe yalnızlaşıyoruz, bizi mahkum ettikleri geleceksizliğin pençesinde umutsuzluğa kapılıyoruz, ekonomik kriz yüzünden okurken güvencesiz çalıştırılıp sömürülüyoruz, yıllarca emek verdiğimiz okullarımızdan işşizliğe mezun oluyoruz, üretmek için geldiğimiz okullarda nasıl tüketileceğini öğreniyoruz; hal böyleyken güvencesiz çalışma, işsizlik, intihar üçgenine mahkum ediliyoruz.  2021’in ilk 4 ayında 67 genç işçi iş cinayetinde hayatını kaybederken genç işsizliğin %25 olduğunu görüyoruz. Yemekhane kartında bir lira kaldığı için karnını doyuramayan, bu sistemin yarattığı yalnızlık ve umutsuzlukla boğuşan İstanbul Üniversitesi’nden sıra arkadaşımız Sibel Ünli’nin intiharı ise hala akıllarımızda. Bizler üretmek için geldiğimiz sıralardan tüketerek ve tükenerek ayrılmak istemiyoruz, yapmayı hayal ettiğimiz işleri yapmak dururken İşkur sıralarında beklemek istemiyoruz, akademik hayatımıza yoğunlaşmak yerine okurken güvencesiz çalışmaya zorlanmak istemiyoruz. İntihara, güvencesiz çalışmaya, işsizliğe mahkum edilmeyi kabul etmiyoruz. Özgürce, umudumuzu kaybetmeden, sömürülmeden yaşayabileceğimiz bir ülkede eğitim görmek ve çalışmak istiyoruz. Biz bu geleceği kendi ellerimizle yaratmak istiyoruz! Silahların gölgesinde değil bilim ve aklın gölgesinde yürüyoruz! Dayanışmayı ve direnişi büyüteceğiz!

ÇOCUK BİLDİRGESİ

Türkiye; nüfusunun yaklaşık 23 milyonu çocuk olan bir ülke. Sayıları 2 milyona yaklaşan mülteci çocuklar da dâhil edildiğinde, toplam 25 milyon çocukla bir arada yaşıyoruz. Peki ama 25 milyon çocuk hayatın, politikaların, karar alma mekanizmalarının neresinde? Çarpık çocuk algısının bir sonucu olarak çocuklar; yetişkinler tarafından hak sahibi bireyler olarak görülmüyor, karar alma mekanizmalarına dâhil edilmiyor ve pek çok hak ihlaline maruz bırakılıyorlar:
  • 2016 yılı verilerine göre Türkiye’de çocuk yoksulluğu oranı %25. Yani her 4 çocuktan biri yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşıyor.
  • TÜİK Çocuk İşgücü Araştırması 2019 sonuçlarına göre; 5-17 yaş grubundaki çocuk işçi sayısı 720 bin. Bu çocukların 114 bini çalışması kanunen yasak olan 12-14 yaş aralığında.
  • İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre son 8 yılda, 294’ü tarım alanında olmak üzere 513 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.
  • 2019 yılı evlenme istatistiklerine göre; 16-17 yaş grubunda olan her 100 kız çocuğundan 3’ü hâkim izniyle resmi nikâh yoluyla evlendirildi.
  • Adalet Bakanlığı'nın yayımladığı adli istatistiklere göre, Türkiye'de 2019’da "Cinsel dokunulmazlığa karşı suç" kapsamında 49 bin 57 dava açıldı. Bunların 22 bin 689'unu çocuklara yönelik cinsel istismar suçları oluşturuyor.
  • Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın verilerine göre 2015-2016 yıllarında yaşanan çatışma sebebiyle en az 123 çocuk yaşamını kaybetti.
Bunlarla sınırlı olmayan pek çok sorunun nedeni; Türkiye’nin de taraf olduğu BM Çocuk Haklarına dair Sözleşmeyi referans alan, her alanı kapsayan, yalnızca sorun odaklı olmayan, geleceğe ilişkin de bakış içeren bir çocuk politikasının olmayışıdır. Türkiye’de hâlâ çocukların potansiyellerini gerçekleştirmelerini sağlayacak bütüncül ve hak temelli bir çocuk politikası yok. Devletlerin, yurttaşı olsun ya da olmasın sınırları içinde yaşayan tüm çocuklara eşit imkânlar sunma ve haklarını gerçekleştirebilmeleri için onlara alan açma yükümlülüğü – sorumluluğu vardır. Çocuk hakları, insan hakları kültürünün yapı taşıdır ve toplumun insan hakları güvencesinin temelini oluşturur. Çocukları ve onların beklentilerini, ihtiyaçlarını, önerilerini göz ardı ederek demokrasinin yerleşemeyeceğini ve özgür, adil ve eşit bir dünyada bir arada yaşamanın mümkün olamayacağını biliyoruz. BM Çocuk Haklarına dair Sözleşme’nin temel ilkeleri olan yaşama ve gelişme, ayrım gözetmeme, çocuğun yüksek yararı ve çocukların katılımının önemini bir kez daha vurguluyoruz. Bu doğrultuda; tüm kurumlarıyla birlikte devlet başta olmak üzere tüm yetişkinleri, çocukları ve haklarını göz önünde tutarak, çocuklarla birlikte politika yapmaya ve çocukları ciddiye almaya, onları anlamaya, duymaya ve seslerini duyurmaya davet ediyoruz. Devletin BM Çocuk Haklarına dair Sözleşme’de kültürel haklara koyduğu çekinceler sebebiyle ayrımcılığa uğrayan, anadilde eğitim hakkına erişemeyen çocuklar, çalıştırılan çocuklar, mülteci çocuklar, özel gereksinimli çocuklar, LGBTİ+ çocuklar, çocuk mahpuslar, anneleriyle birlikte hapishanede tutulan çocuklar… Haklarından yoksun bırakılan tüm çocuklar için ve çocuklarla birlikte eşit, adil, özgür ve barış içerisinde bir yaşam mücadelemizi sürdürürken, demokrasinin yalnızca yetişkinlerle değil, çocuklarla birlikte inşa edilecek bir yaşam pratiği olduğunu yeniden hatırlatmak istiyoruz. Çocukları hak sahibi bireyler olarak görmeyen, çocukları yok sayan ve yalnızca yetişkinler tarafından kurgulanan dünyada demokrasinin; çocuklara rağmen ya da çocuklar için değil çocuklarla birlikte mümkün olabileceğini biliyoruz. Her çocuğun katılım hakkı olduğu bilinciyle, görüşlerini özgürce ifade edebilmelerine olanak sağlayacak bir süreci çocuklarla birlikte örgütleyecek yol ve yöntemleri bu konferans zeminiyle ve bir araya geldiğimiz kişi ve kurumlarla aramaya devam ediyoruz. Demokrasi Konferansı Çocuk Hakları/Yetişkin Çalışma Grubu olarak, çocukların yaşamın doğrudan öznesi oldukları, uğradıkları hak ihlallerinin cezasız bırakılmadığı, kapitalizmin ve neo-liberal politikaların dayattığı yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşamak zorunda kalmadıkları, toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlik ve şiddet biçimlerine maruz bırakılmadıkları, eğitime tam ve eşit ulaşabildikleri, kendilerini ifade edebildikleri, karar alma süreçlerine dâhil olabildikleri, kendilerini gerçekleştirebildikleri, mutlu, neşeli, özgür ve barış içerisinde yaşayabildikleri bir dünya hayali kuruyoruz. Ve bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Çocuk haklarının korunmasına ve geliştirilmesine yönelik yetişkin sorumluluklarımızın farkındayız ve daha demokratik, daha eşitlikçi ve birlikte özgürleştiğimiz bir dünya için herkesi bu sorumlulukları sahiplenmeye çağırıyoruz.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ BİLDİRGESİ

  • Basın kartı devlet tekelinden çıkarılmalıdır. Cumhurbaşkanlığı tarafından değil, tüm demokratik toplumlarda olduğu gibi meslek örgütleri tarafından verilmelidir. Mevcut haliyle basın kartları “sakıncalı” görülmeyen bir avuç gazeteciye verilmekte, basın çalışanları ve kurumları üzerinde cezalandırma veya ödüllendirme unsuru olarak kullanılmaktadır. TBMM gibi sadece turkuaz basın kartıyla girilebilen kurumlar eleştirel gazetecilik yapanlara kapalıdır. Kartı taşımak mesleğin tek kriteri gibi sunulmakta, kart verilmeyen gazeteciler yargılandığında bu durum aleyhlerine delil (!) olarak kullanılmakta, gazeteci kabul edilmemektedirler.
  • Online medya için çalışan gazeteciler, 5953 sayılı Basın Kanunu (eski 212) dışında tutulduğundan mesleğe tanınan haklardan mahrum kalmaktadır. Internet medyası için çalışan gazeteciler, kanun kapsamına alınmalıdır.
  • Basın çalışanlarının güvencesiz ve sendikasız çalıştırılmalarına son verilmelidir.
  • Basın İlan Kurumu’nun, basın kuruluşlarını yayın çizgileri nedeniyle cezalandırma aracı olarak kullanılmasından vazgeçilmelidir.
  • Muhalif televizyon kanallarını karartma ve para cezalarıyla susturma girişimlerine son verilmelidir. RTÜK, BİK gibi yayıncılığı iktidar kontrolüne alan kurumlar lağvedilmelidir.
  • Nefret, düşmanlaştırma, aşağılama içeren yayınlara karşı kamu adına denetim yapan, içinde okur ve izleyicilerin de bulunduğu kurumlar kurulmalıdır.
  • Medya organlarına bu ülkede konuşulan her dilde yayın yapma hakkı tanınmalıdır.
  • Basın ve ifade özgürlüğü önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Daha fazla demokrasi, insan hakları, kadın hakları, işçi hakları için basın özgürlüğü mücadelesi toplumun tüm kesimleri tarafından yürütülmelidir.
  • Tutuklu tüm gazeteciler derhal serbest bırakılmalıdır. Son 10 yılda gazetecilere açılan tüm davalar düşürülmelidir.
  • Gazeteci örgütleri ve bu alanda çalışan akademisyenlerle birlikte medya sahipliğine ilişkin düzenlemeler yapılmalıdır.

SONUÇ BİLDİRGESİ

"Bu ülkede yaşayan milyonlarız… milyonlarca yaprağımızla dokunuyoruz hayata, hiç susmayan arayış türkülerimizle, Biz halkız, işsizlik ve güvencesizlik korkusuyla üç kuruşa ölümüne çalışan emekçileriz… Üçte biri ne işte ne okulda olabilen, gerisi de gelecek kaygısıyla kıvranan gençleriz… Emeği yok sayılan, eve kapatılmak istenen, iktidar tarafından öldürülmesi, şiddete uğraması dert edilmeyen kadınlarız. Pandemide tek başına yoksulluğa, yok oluşa terk edilen esnaflarız. Özgürce bilim yapması engellenen bilim insanları, özgürce sanat yapması engellenen sanatçılar, salgınla baş başa bırakılan sağlık emekçileri, eğitim emekçileri, traktörüne haciz gelen çiftçi, ayrımcılığa uğrayan, anadilleri yasaklanan, inançlarını ve inançsızlıklarını özgürce yaşamayan milyonlarız. Üniversitelerine kayyım atanan demokratik özerk üniversite mücadelesi veren öğrenciler, yoksulluğa, umutsuzluğa itilmiş çocuklar, paryanın paryası göçmen işçiler, toplum ve sistem tarafından engellenen engelliler, sosyal ölüme mahkûm edilmiş KHK’lılarız. Gökkuşağı bayrakları düşmanlaştırılan, haklarında fetvalar yazılan, LGBTİ+larız…. Yaşam alanları yağma, talan ve tahrip edilenleriz, doğa varlıklarının sermaye olarak görüldüğü iktidar anlayışına karşı yaşam alanlarını savunanlarız. Ve hepimiz mücadele etmekten, seslerini yükseltmekten bir an bile vazgeçmeyenleriz. Salgının ağırlaştırdığı ekonomik kriz altında halk işsizliğe, her gün derinleşen bir yoksulluğa terk edildi. Bütün hak ve özgürlüklerimizi gasp eden Tek adam- Saray rejimi kamu kaynaklarını talan etmekle kalmıyor, halkın itirazını baskı ve zorbalıkla bastırmaya çalışıyor. Kayyımlarla seçme ve seçilme hakkımız gasp ediliyor. Kapitalizmin kâr hırsının, ekosisteme kendisini yeniden üretme olanağı bırakmayan aşırılığının ürünü olarak ortaya çıkan pandemi tüm dünyada olduğu gibi piyasanın insafına terkedilmiş bir hayatın ne demek olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu kâr hırsı, halkın demokratik gücü tarafından denetim altına alınmadığı sürece gezegenin bile hayatta kalma olanağı yok. Gelir adaletsizliği artıyor. Yoksulluk büyüyor. Geniş tanımlı işsizlik %30’larda. Ekonomi, 15 yıl önceki büyüklüğüne gerilemiş durumda. Üzerinden geçilmeyen köprüler, uçak inmeyen havaalanlarına milyonlarca dolar garantili ödemeler tıkır tıkır yapılırken pandemi sürecinde halkına en düşük doğrudan gelir desteği veren, sosyal yardım ödeneklerini bile pandemide daha da kısan bir ekonomi yönetimi, mafya-bürokrasi-sermaye bloğunun ülkeyi talan eden bir yağmayı sürdürmesinin önünü açıyor. Narkotik trafiğinden, kentsel rantlardan, mafyatik çökmelerden, garantili ihalelerden devşirilen servetler, giderek derinleşen yoksullukla büyük bir tezat oluşturarak büyüyor, büyütülüyor. Yoksul ve emekçi halkın bu krizi daha az hırpalanarak atlatmasına kullanılacak öz kaynaklar, sınır ötesi yayılmacı harekâtlarda tüketiliyor. Ormanlarımız, göllerimiz, derelerimiz, denizlerimiz bizim ve diğer canlıların yaşam alanları bu talanın, bu arsız yağmanın sonucunda can çekişiyor. Dört bir yanımız müsilaj… Tarım çöküşün eşiğinde, kuraklık tarladaki ekini daha şimdiden bitirdi. Havanın suyun ve toprakların kirliliği, flora ve faunadaki biyoçeşitlilik yitimi, ülkeyi ve gezegeni yok oluşa sürüklemekte, kadınlar öldürülmeye, katilleri iyi hal indiriminden yararlanmaya, ülkeyi yönetenler kadınla erkeğin eşit olamayacağına inanmaya devam ediyor. İstanbul Sözleşmesi karşıtı gerici-tarikatçı erkek-bloğu ülkeyi kadınlar için cehenneme çevirmeye yeminli. Ülkenin 3. Büyük partisi HDP’nin kapatılması için düğmeye basıldı. İktidar meşruiyetini yitirdikçe 7 Haziran-1 Kasım senaryoları yeniden gündeme geliyor. Deniz Poyraz’ımız bir faşist katil tarafından aramızdan alınalı tam bir hafta oldu. Giderek semiren yandaş savaş sermayesi her ölüm haberine servetlerini büyütecek bir yatırım olanağı olarak bakıyor. Barış içinde bir arada yaşama hakkımız elimizden alınıyor. İktidarın ihvancı, yayılmacı saldırgan dış politikasının sonuçlarını, ülkemizin emperyalist devletlerin oyuncağı haline gelmesiyle yaşıyoruz. Bugün yaşadığımız her sorun, ülkede demokrasinin yokluğuyla ilişkili. Demokrasinin yokluğu, esas olarak halkın, örgütlü bir güç olarak devlet ve sermaye karşısındaki güçsüzlüğünün bir tezahürüdür. Korku iklimi yaratma peşindekiler halkın güçsüz, dağınık, çaresiz kalmasından beslenenlerdir. Bu ülkede barış içinde, adaletli, eşit, özgür bir yaşam sürmek istiyorsak, başarmamız gereken bütün zenginliklerimizle, bütün farklılıklarımızla, hayallerimiz, umutlarımız, zorbalığa karşı direnme geleneğimizle, bir an bile vazgeçmediğimiz mücadelemizi birleştirmek, halkın demokratik kurucu gücünü ortaya çıkarmaktır. Her taşı yerinden oynatacağız diye söz vermiştik yola çıkarken. Bizleri Demokrasi Konferansı’nda bir araya getiren ve heyecan duymamıza neden olan inanç budur. Bu inançla aylardır çalışarak kendi sorunlarından damıttıkları değerlendirmeleri, çözüm önerilerini, taleplerini ve mücadele programlarını derleyen ve ortaklaştıran alanlarımızla şöyle sesleniyoruz: Hiçbirimizi faşizm karşısında dışarıda bırakmayacak, bu koyu karanlığı ancak en geniş birlikteliği kurarak aşabileceğimize dair inancı güçlendirecek, aramızdaki önyargıları ve güvensizlikleri ortadan kaldıracak diyalog ve işbirliği sürecini örgütleyecek, sorunları tespit edecek, çözümleri önerecek ve önermekle de kalmayıp yeniden nefes alabilen, geleceğe güvenle bakabilen, kaynakları bir avuç sermayedarı, çete bozuntusunu zengin etmek için değil hepimizin ortak iyiliği için ekmek özgürlük adalet başlığı altında seferber edecek bir yolculuğun ilk adımlarını attık bugün. Artık, bütün mücadele deneyimlerimizi bağrında taşıyan bu umut verici sürecin sonunda ortak emekle yarattığımız birikimi, demokrasi mücadelesine güç verecek bir biçime kavuşturmanın sırasıdır. Bugün bütün mücadele alanlarından yaptığımız çağrı budur. Demokratik bir ülkede barış, eşitlik özgürlük ve adalet içinde yaşamanın yolu bu talan edilmiş güzel ülkeyi yeni baştan inşa edeceğimiz bir demokratik programı mücadeleyle hayata geçirmektir. Bu programın ana hatları ve ipuçları alanların çalışmaları sırasında ortaya çıkmıştır. Konferansımız hayatın içinden süzülmüş bilgiyi ortak bir süzgeçten geçiren 21 alanın tebliğleriyle somutlaştırıldı. Ülkenin her köşesinde mücadele edenlerin taşı, toprağı, havayı, suyu ve canı korumak için gösterdikleri çaba geleceğe umutla bakabilmemizin yegâne dayanağıdır. Konferansımız Kendi yurdunda parya haline gelen halkın gerçek halk egemenliği kuracağı halkçı/ demokratik/laik/eşitlikçi ve sosyal bir cumhuriyete olan yolculuğuna katkıdır. Bulunduğumuz kavşakta uzun mücadele tarihimiz ve deneyimlerimiz, bize tek bir yolumuz olduğunu gösteriyor: Halkın bizzat kurucusu olduğu, yoksulluğa, işsizliğe, emek sömürüsüne, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, doğa yıkımına ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadeleyi odağına alan bir halkçı seçenek yaratmak. Bizi boğmaya çalışan karanlığa karşı hep birlikte bir kez daha tekrarlıyoruz: Ne hayallerimizden, ne umutlarımızdan ne mücadelemizden vazgeçiyoruz. Bu ülkenin geleceğinde bizim de sözümüz var."