GÜNDEM

Deprem enkazından yeniden doğan bir yazarın hikayesi

Erzincan depreminde enkaz altında kalan Yiğit Okur ve ailesini, yargıç babasının mahkûm ettiği bir katil çıkardı enkazdan. Bir başkasını öldürmüş elleriyle küçük bir çocuğa hayat veren o mahkûm, devlet eliyle affedildi.

Abone Ol

Kronos'ta yer alan habere göre; ödüllü öykü ve roman yazarı Yiğit Okur, 5 yaşındayken 32 bin 962 kişinin can verdiği 1939’daki Erzincan depreminde enkaz altında kaldı.

Dönemin Erzincan Cumhuriyet Savcısı İzzet Akçal, cezaevinin kapılarını açıp “Kaçmayın, insanları kurtarın. Sizi affettireceğim” sözüyle tutuklu ve hükümlüleri kurtarma çalışmalarına gönderdi.

Yiğit Okur’u ve ailesini, yargıç babasının mahkûm ettiği bir katil çıkardı enkazdan. Bir başkasını öldürmüş elleriyle küçük bir çocuğa hayat veren o mahkûm, devlet eliyle affedildi…

**

“Herkes bir defa doğar, ben iki defa doğdum… İlk doğuşumu elbette hatırlamıyorum ama bu ikinci doğuşum hala taze duruyor belleğimde…”

Haldun Taner Öykü Ödülü ve Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi Yiğit Okur, böyle anlatmıştı 1939’daki Erzincan depreminden kurtuluş hikâyesini. Türkiye’nin deprem acısıyla sarsıldığı bu günlerde, Okur’un filmleri aratmayan bu çarpıcı hikâyesini bir kez daha hatırlatmak istedik.

1 Ocak 2016 yılında kaybettiğimiz Okur, vefatından bir yıl önce “Buralardan Geçerken / Yaşam ve Oyun” kitabında anılarını bir araya getirmişti. Kitapta, enkazdan çıkarılışını anlatırken bir yandan da depremin o korkunç yüzünü, karanlıkta, molozların altında kurtarılmayı beklemenin ağırlığını tasvir etmişti. İşte Okur’un kendi anlatımıyla deprem anı ve sonrasında yaşananlar:

EV YIKILIYOR

“Deprem bütün Erzincan Ovası’nı yerle bir etmişti. Yıkılan evlerin altında ölüme terk edilmiş binlerce insandan biri de bendim. Sarsıntı o kadar şiddetliydi ki, yatak odamızda annem beni birkaç kez kucağından yere düşürüp gene yerden kapıp kapıya yönelmeye çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu. Babam oda kapısındaydı. Bu işlemeli ahşabın pirinçten sarı bir tokmağı vardı. Onu güçlükle çeviriyor, kapıyı çekiyor fakat kapı, kasasından ayrılmıyor, açılmıyordu. Açabilseydi kapıyı yok olacaktı. Çünkü kapının ardındaki sofa, evin diğer kanadıyla uçup gitmişti. Bir yerlerden ürpertici bir uğultu geliyordu. Birkaç dakika geçmeden çatırtıyla bütün tavan üzerimize çöktü. Üçümüz de yere düştük. Tavanı, karyolanın sarı pirinç ayakları tutuyordu. (…) Zifiri bir karanlığa gömülmüştük. Uğultu kesilmişti. Hiçbir şey duyulmuyordu.”

SAVCININ HAYATİ KARARI

Bir şehir depremle yerle bir olurken, enkaz altındakilerin kurtarılması için çareler aranıyordu. Devamını Okur anlatıyor; “Rize’nin dağ köylerinden genç bir adam, daha yeni otuzlarında. Erzincan Cumhuriyet Savcısı İzzet Akçal… Akçal, Erzincan’da tek tük bulunan ahşap evlerden birinde oturuyordu. Taş üstünde taş kalmamacasına yerle bir olan şehirde, yıkılmayan evlerden biri İzzet Akçal’ın oturduğu ahşap yapı idi. Tel dolabındaki yumurtalar bile kırılmamış, oldukları yerde duruyorlardı. İzzet Akçal soğukkanlılıkla giyinmiş, çizmelerini çekip tabancasını beline takıp sokağa çıkmıştı…”

KAÇMAYA YELTENMEYİN!

Cumhuriyet Savcısı soluğu cezaevinde aldı ve hükümlülere seslendi; “Mahkumlar, herkes kazmasını küreğini alsın, şehri kurtarmaya gidiyoruz. Kimse kaçmaya yeltenmesin. Hepinizi affettireceğim!” İşte Yiğit Okur’u ve ailesini enkazdan çıkartan bu mahkumlardan biriydi. Söz yine Okur’da:
“Arkasında mahkumlarla birlikte Akçal şehre inince ilk geldiği ev bizimki olmuştu. Babama sesleniyordu. Babam da ona seslendi. Duyuluyor muydu dışarıdan sesi? Ev dışarıdan bir külçe halindeydi. Sonra kazma darbeleri duymaya başladık. Her darbe ufak bir sarsıntı yapıyor, devrik mangal dişlerini sıkıyordu. Bir süre sonra menfez açıldı, delikten bir idare lambası sallandı… Yarım gözde, iki kol uzandı…”.

HÜKMÜ VEREN YARGIÇ BABAYI DA MAHKUMLAR KURTARDI

“Adam öldürme suçundan idama çarptırılıp cezası henüz infaz edilmemiş bir hükümlü, o gece elindeki kazmayla, sabaha karşı bir ev yıkıntısına vura vura açtığı delikten, başka bir adamı öldürmüş ellerini uzatınca, benim çocuk vücudumu buldu… İlk doğuşumu elbette hatırlamıyorum ama bu ikinci doğuşum hala taze duruyor belleğimde… Beni ağır ağır çekti enkazın altından, dışarı çıkardı. Sonra kucağına alıp ayağa kalktı. Çocuk başımı omzuna koydum. Ceketi ıslaktı, ter ve tütün kokuyordu. Genç bir adam olmalıydı. Ne adını bildim ne yüzünü gördüm. Konuşmadım, konuşmadı…. Sonra annemi getirdiler… Bir battaniyeye sarınmıştı. Sonra genç mahkûm beni anneme teslim etti, gitti. Sonra babamı da getirdiler. Böylece tamamlandık. Babam da enkazı altından mahkumların yardımıyla çıkmıştı. Konuşmuş muydu onlarla? Bilmiyorum. Hapse mahkûm ettiği adamların, hayatını kurtarmaları karşısında ne gibi duygular içerisindeydi? Bilmiyorum. Daha sonraki yıllarda bunları sormak aklıma gelmedi. Pişmanım. Dünyaya ikinci defa geldiğim o 27 Aralık gecesi, tahta bir ranzanın üstünde anamın sıcaklığına sığınarak uykuya daldım. Çığlıklar, ölüm uzakta kalmıştı. Yaşıyorduk.”

ERZİNCAN OVASI YANIYORDU

Yiğit Okur, depremin yerle bir ettiği manzarayı da şöyle anlatıyor: “Toprak diz boyu kardan bembeyaz. Gökyüzü alabildiğine karanlık. Karanlığa yansıyan, karanlığı sarmalayan yangın kızıllığı… Karın üstünde, gecenin içinde bütün Erzincan Ovası yanıyordu. Bitip tükenmek bilmeyen çocuk ve kadın çığlıkları dolduruyordu geceyi. Gece siyah değildi, kızıldı.

Bir şehrin nasıl yandığını, yanarken ilk kez görüyordum. Son görüşüm de bu oldu. Yanan şehirlerin acısını daha sonraları sadece kitaplardan okudum ya da dinledim.”

KURTARMA ÖNCESİ İSTİKLAL MARŞI

Ertesi sabah… (…) Dışarıda kapının önünde uydurma bir sopaya geçirilmiş uçları telizlenmiş bir bayrak. Akçal, bayrağı övünçle tutuyor. Karşısında üçerli kol dizilmiş mahkumlar. Tekrar şehre dönecekler kurtarma çalışmaları için. Ama önce İstiklal Marşı söyleniyor. Atatürklü yıllar yeni bitmiş. İsmet Paşalı yıllar yeni başlıyor….”

SAVCI SÖZÜNÜ TUTTU

Peki, ellerinde kazma kürekle can kurtarmak için mücadele veren mahkumlardan kaçan oldu mu? Savcı Akçal sözlerinin arkasında durabildi mi? Yanıtı yine Okur’da; “İzzet Akçal verdiği sözü tutan bir Cumhuriyet evladıydı. Büyük Millet Meclisi’nin özel kararıyla daha sonra o mahkumların hepsi affedildi. İçlerinde kargaşadan yararlanıp kaçan olmamıştı. Beni kurtaran hükümlü de elbette affedilenler arasındaydı.