Dün Rize’nin İkizdere ilçesinde açılacak taş ocağına karşı köylülerin başlattığı eylem için 17 Mayıs’ta ilan edilen “eylem yasağı” 15 gün daha uzatıldı. Valiliğin gerekçesi şu: “İyi niyetle başlayacak toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin, basın açıklaması gibi etkinliklerin terör örgütlerine müzahir kitlelerce/gruplarca amacından saptırılarak farklı terör örgütlerinin ve marjinal grupların propaganda aracına çevrilmesi yönünde gayretlerin olacağı…”
Her türlü muhalefet hareketini “terör” kavramı ile iltisaklı gösterip olayı kriminalize ederek marjinalleştirme işlemi, iktidarın yönetme teknikleri arasındaki en kullanışlı olanı olageldi. Karşısındakileri ikna edecek bir açıklaması olmadığı, hukuksuz/haksız olduğu bariz bir şekilde ortada olan her durumda iktidar, “terör” gerekçesine sığınarak yönetmeyi başardı. Başka da şansı yoktu. Çünkü “ileri demokrasi” diye çıktığı yolun ekonomi-politiği, bugün İkizdere’de yaşandığı gibi, ormanların, derelerin, meraların, yaylaların, parkların, toplum adına kamu mülkiyetinde olan tarihi, kültürel ya da doğal alanların yok edilmesini getiren inşaat (duble yollar, köprüler, havaalanları, AVM’ler, siteler, külliyeler, gökdelenler, dev barajlar ve küçük hidroelektrik santralleri vb.) ve enerji/maden projelerinden oluşuyordu. Yok edilen canlı ekosistemler bir avuç şirketin kârı olarak ölü bir cesede dönüştürülüyordu. Gerçek terör neydi?
Bu inşaat projeleri en az iki nedenden dolayı ihtilaf yaratıcı idi: Birincisi, bu inşaat projelerinin hepsinin parası devlet tarafından ödeniyordu. Yani halktan toplanan vergilerle oluşturulan kamu bütçesinden birkaç şirketin cebine aktarım yapılıyordu. Karadeniz’de yapılan hidroelektrik santraller için de hazine garantisi verildi, Osmangazi, 3. Köprü ve 3. Havalimanı için de, şehir hastaneleri için de. Bu durum, gelecek kuşakları bile borç yükümlülüğü altına sokan bir durum yarattı. Beş yıldır iktidar bu borçla baş edebilmek için her türlü yoldan kendini pazarlama gayreti ile tutuşuyor. İki de bir Merkez Bankası başkanının değişmesinden İngiliz tefecilerine ilişen Hazine Bakanı Damat’ın kaybolmak zorunda kalması gibi.
İkincisi, bu inşaat projeleri bizzat halkın yaşam alanlarına inşa ediliyordu. Yani sadece halkın cebinden çalmıyordu, bizzat onun yaşam alanını, geçimini sağladığı ormanını, deresini, merasını ya da tarım arazisini elinden alıyordu. Ve karşılığında ona vadettiği yalnızca “istimlak bedelleri” ya da bu inşaat projelerinde asgari ücrete “istihdam” edilerek çalışmaktı.
Çoruh Nehri üzerine yapılan Borçka, Deriner, Yusufeli Barajları, Türkiye’nin en az kirlenmeye maruz kalmış Çoruh havzasını sular altında bıraktı. Çoruh’un kıyısındaki küçücük alanlarda asırlarca yürütülen bereketli tarım bitirildi. Dicle üzerine yapılan Ilısu Barajı ile de tarihi Hasankeyf’i boğdular. İstanbul’un akciğeri olan ama aynı zamanda tarım alanları olan Kuzey Ormanları da maden ocakları, taş ocakları ile delik deşik edildikten sonra 3. Köprü, havalimanı ve kuzey otobanı ile paramparça edildi. Devamı da Kanal İstanbul ve Yenişehir projeleri ile getirmek istiyorlar.
Kentlerde ne kadar yeşil alan varsa ne kadar kamu arazisi varsa oraya bir inşaat projesi yapmak, bu yolla inşaat şirketlerine yatırım alanı açmak, bu yatırımlar için yabancı fon kuruluşlarından dış krediler almak, dışarıdan alınan kredilerle ekonominin çarklarını çevirmek…
Çarkları çeviren Avrupa’dan fonlar kesilince Rusya ve Çin’in kapısına post sermek, Arap petro-dolar sermayesine ülkeyi pazarlamak, onlar da olmazsa IŞİD’den kaçak petrol alıp satmak, o da olmazsa mültecileri AB’ye karşı bir silah olarak kullanmak… Olmadı uyuşturucu ticaretindeki payı arttırmak için Çakıcı-Ağar-Eken ekibini işin başına geçirmek. “İleri demokrasi” ile yola çıkan “AKP Türkiyesi”nin geldiği yer burası.
İktidar bütün bunların amacını, örneğin İdlib’e, Afrin’e asker gönderilmesi, Özgür Suriye Ordusu diye paramiliter gruplar kurulup eğitilmesi vb. bütün adımların amacını “terörle mücadele” olarak açıklamıştı. Ve iktidar partisinden olmayanlar bile buna hak vermişti. İktidarla rejim arasındaki fark. İktidar olmadan da rejimin parçası olmak tam da bu.
Şimdi “bir tripot, bir kamera” sayesinde Türkiye bir kez daha “uyanıyor”!
İktidar İstanbul’u ve Ankara’yı kaybetme gerçekliği ile karşı karşıya kaldığında “Millet İttifakı”nı “terör yanlısı”, “gayri-milli” “zillet ittifakı” olarak suçlamıştı. Ama ondan önce de 7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar olma gücünü kaybettiğinde de HDP’yi “terör odağı” olarak her türlü operasyonun hedefi yapmıştı, her fırsatta onu ezme ve dağıtma operasyonlarına da devam ediyor. HES’lere, “kentsel dönüşüm projeleri”ne ya da termik santrallere karşı çıkanları “ülkenin bağımsızlığını istemeyen” “yerli ve milli olmayan”, “üç beş çevreci tip” diye kriminalize etmeye çalışmıştı.
Ve Gezi’de televizyonlarda penguen belgeselleri yayınlandığında Kürtlerin evlerinin çatısında neden iki tane çanak olduğunu anlamış, bir gafletten uyanmıştık. “Bize bunları yapıyorlarsa Kürtlere kim bilir ne yapıyorlardır” naifliğiyle… Cengiz İnşaat’ın madeninin çalışmasını sağlamak için iki gün boyunca asker-polis işgaline uğrayıp gaza boğulan Artvinliler; bir taş ocağını açtırmak için bakanından oda başkanına, valisinden jandarmasına kadar herkesin önlerine barikat kurduğu, üstelik de “terör” gerekçesiyle eylem yasağına maruz kalan İkizdereliler; meralarının ellerinden alınmasına karşı çıktıkları için yerlerde sürüklenerek gözaltına alınıp bir de haklarında dava açılan Kirazlıyayla köylüleri; JES projesi üzerine yapıldığı için tarlasına gitmesine izin verilmeyen Aydın köylüleri… Size bunları yapanlar Kürtlere kim bilir neler yapıyorlardır, değil mi?
Bunun da cevabını Van’da gördük. Daha önce Dersim’de HES’e, Hasankeyf’te Ilısu Barajına, Şırnak’ta ormanın yakılmasına karşı çıkanlara yapılan muamelede de görmüştük.
Gezi’nin Türkiye’nin siyasi tarihinde bir zaman tüneli açtığı hemen herkesin hemfikir olduğu bir konuydu. Evet, bir tünel açtı Gezi fakat tünelden geçemedik.