Geçtiğimiz günlerde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren TSK’ya ait silah ve taşıtların “terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketleri” gerekçesiyle Milli Savunma Bakanı’nın onayıyla Emniyet ve MİT’e devredilebilmesinin önünün açıldığı yönetmenlikle ilgili. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TIHV) ve İnsan Hakları Derneği (İHD) ortak basın açıklaması düzenledi.

Yapılan ortak basın açıklamasında; “Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT), Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) Taşınır Mal Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile kolluk güçlerine bir dış tehlike anında kullanılması gereken ağır silahları toplumsal olaylarda kullanma yetkisinin verilmesi yurttaş merkezli demokratik alanının tahribi sürecinde ne denli kaygı verici bir aşamaya gelindiğinin ifadesidir denildi. TİHV ve İHD’nin ortak açıklamasından satır başları şöyle: Asli görevi ülkeyi olası dış saldırılara karşı korumak (savaşmak) olan TSK’nin envanterindeki silahlar, haliyle bu göreve uygun nitelikte olan ağır silahlardır. Yönetmelik değişikliğinin gerekçesi de “terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketleri” olduğuna göre söz konusu devrin TSK’den EGM ve MİT’e doğru yapılacağı anlaşılmaktadır. Bu durumda akla ister istemez TSK’nin ağır silahlarını kolluk görevi yapan personele devrine neden gerek duyulduğu sorusu geliyor: Ülke içinde asayişi sağlamakla görevli kolluk güçleri yetersiz mi kalıyor? Ya da toplumun dirliğini ve huzurunu sağlamakla görevli kurumlar bir savaş için öngörülmüş ağır silahlara niye ihtiyaç duyuluyor? Öte yandan sadece TSK’de olması gereken ağır silahların ülke içindeki yerleşim birimlerinde kullanılması halinde bunun yurttaşlar, diğer canlılar, doğal ve kültürel mekânlar üzerinde kaçınılmaz olarak yol açabileceği tahrip edici etki ve sonuçlar öngörülmekte midir? Aslında kolluk güçlerinde bir yetersizliğin ya da zafiyetin olmadığı kısa bir süre önce TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki görüşmeler sırasında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından yapılan açıklamalardan anlaşılmaktadır. Aksine kolluk güçlerinin kapasitesinin ve başarısının nasıl arttığı etkileyici sunumlar ile dile getirilmiştir.2020 Kasım ayı itibarıyla İçişleri Bakanlığı’nın bünyesinde kolluk kuvveti olarak görev yapan 579 bin 446 personel (313 bin 729 emniyet personeli, 203 bin 19 jandarma personeli, 7 bin 89 sahil güvenlik personeli, 29 bin 185 mahalle ve çarşı bekçisi ve 55 bin 609 da güvenlik korucusu) bulunmaktadır. Bu sayı Kasım 2019 itibarıyla 542 bin 183 idi. Ayrıca bakanlığın envanterinde kısa ve uzun namlulu ateşli silahların yanı sıra 7 bin 333’ü zırhlı olmak üzere 62 bin 271 araç, 28’i silahlı olmak üzere 51 uçak, 2 bin 476 mini İHA (insansız hava aracı) ve drone bulunmaktadır. 31 Aralık 2019 itibarıyla Türkiye’nin nüfusu 83.154.997 kişidir. Buna göre her 143 yurttaşa silah kullanma yetkisi de bulunan 1 kolluk görevlisi (polis/jandarma/sahil güvenlik/bekçi/korucu) düşmektedir. Bu oran 2019 yılında 167 yurttaşa 1 kolluk görevlisi şeklindeydi. Bu, evrensel standartlar ile kıyaslandığında oldukça yüksek bir orandır: örneğin Avrupa Birliği (AB) ortalaması 314 yurttaşa 1 kolluk görevlisi şeklindedir Türkiye’nin de altına imza attığı uluslararası sözleşme ve belgelerde tezahür eden evrensel hukuk, devletlerin zor kullanma yetkisinden söz eder. Aslında bu, şiddetin ve dolayısıyla hak ihlallerinin önlenmesi için devletlerin sorumluluğuna işaret eden ve kesinlikle hukukun ve insan hakları normlarının tarif ettiği kurallar çerçevesinde kullanılması ve denetlenmesi gereken bir yetkidir. Ancak zor kullanım araçlarının (kolluk personeli ve teçhizat) bu denli orantısız olduğu koşullarda ise sözü edilen denetimde bazı zafiyetlerin yaşanması olasılığı oldukça yüksektir. Kaldı ki, son zamanlarda her vesileyle olgu ve verilere dayanarak kolluk güçlerinin, evrensel hukukta ve ülke yasalarında tanımlanan zor kullanma yetkisinin çok ötesine geçen kural dışı şiddetinde kaygı verici bir artış yaşandığını dile getiriyoruz. Örneğin, TİHV Dokümantasyon Merkezi’nin tespitlerine göre 2020 yılının ilk 11 ayında kolluk güçlerinin yargısız infazı, dur ihtarına uyulmadığı gerekçesiyle veya rastgele ateş açması sonucu en az 12 kişi yaşamını yitirmiş, 10 kişi de yaralanmıştır. Kolluk şiddetinde yaşanan bu artışta denetimsizliğin, cezasızlığın, görmezden gelmenin ve hatta teşvik etmenin rolü çok büyüktür. Nitekim, cezasızlığı yasal hale getiren 2016 yılında 6722 Sayılı Kanun’da yapılan değişiklikler bu yaklaşımın somut örneklerinden biridir. Yönetmeliğin gerekçesinde “terör ve şiddet hareketlerinin yanı sıra toplumsal olaylar” ifadesi de yer almaktadır. Terör ve şiddetin varlığı kolluk güçlerinin yukarıda da belirtilen gerekçelerle -ancak kesinlikle orantılılık, ölçülülük, gereklilik ve yasallık ilkelerine uymak kaydıyla- zor kullanılmasını anlaşılır kılıyor. Ne var ki çok genel ve muğlak olan “toplumsal olaylar” ifadesi oldukça düşündürücü ve kaygı vericidir. Demokratik toplum düzeninin temelini oluşturan toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün barışçıl kullanımı siyasal iktidar tarafından maalesef uzunca bir zamandır “olay” ya da “terör” olarak nitelendirilmektedir. Oysa bu özgürlükler asli bir demokratik değere sahiptir, çünkü yurttaşların kamusal alana etkin bir biçimde iştirak edebilmelerini sağlarlar. Barışçıl toplantı ve gösteriler, ağır silahların devri söz konusu olmaksızın da maalesef uzun zamandır fiziksel şiddet ile bastırılmaya çalışılmakta, kolluk güçlerinin müdahalesi çoğu kez “sokakta işkence”nin ürkütücü örneklerine dönüşmektedir. TİHV Dokümantasyon Merkezi’nin tespitlerine göre 2020 yılında en az 745 barışçıl toplantı ve gösteriye kolluk güçlerinin müdahalesi sonucunda 2014 kişinin işkence ve diğer kötü muamele niteliğinde uygulamalara maruz kalarak gözaltına alınması, 65 kişinin de yaralanması bunun örneklerinden biridir. Kısacası, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan, sivil toplumu vesayet altına alan, kitle imha silahlarının yayılmasının finansmanının önlenmesine yönelik kanunun ardından yapılan ve toplanma özgürlüğünü ağır bir şekilde tehdit eden bu yönetmelik değişikliği yurttaş merkezli demokratik alanının tahribi sürecinde nedenli kaygı verici bir aşamaya gelindiğini göstermektedir. Yıllardır bir yönetme tekniği olarak sürdürülen düşmanlaştırıcı ve kutuplaştırıcı politikaların şekillendirdiği zihniyet dünyası artık bizzat siyasal iktidarı yönetir olmuştur. Öyle ki kendi toplumuna karşı ağır savaş silahlarının kullanılması bile tahayyül edilebilmektedir. Defalarca dile getirdiğimiz gibi insan haklarını ve hukuku referans olmaktan çıkaran böylesi her yeni adım devleti salt bir şiddet aygıtı haline getirmektedir. Bu denli çıplak bir baskı aracı haline geliş ise ağır bir toplumsal tahribat ve yıkım ile karşı karşıya olmak demektir. Dolayısıyla çok daha geç olmadan barışçıl bir arada yaşam iradesine sahip çıkmak için akıl ve vicdan sahibi herkesi sorumluluk almaya çağırıyoruz.