İzmir'de geçen üniversite yıllarımı hep neşeyle hatırlarım. Hayat şimdikine göre çok daha hafifti en başta.
En büyük derdim, bizim tayfadan Ergin’in sabahın köründe kalkıp Lost’un son bölümünü izledikten sonra, biz izlemeden spoiler vermesiydi. Gün içinde nereye nasıl kaçsam bilemezdim. Gözyaşı illaki vardı, ama bolca kahkaha ağırlıktaydı. Bazı sabahlar fakültede buluşur, derse girmeden biraları alırdık. 19 yaşındayken sabahın 10’unda içmeye başlamayı midemiz kaldırırdı. Tınaztepe’den aşağı sallanır, Buca’da Mert’e geçerdik. Mert Sofrası’ydı evin adı. En sakin hali 8 kişi, kapasitesi 80’i bulan bir evdi orası.
Festival kültürü diye bir şey vardı. Bira markalarının düzenlediği festivallere, en sevdiğimiz gruplar gelirdi. Eğer bir soft içecek markası ana sponsorsa, kenara bir votka standı da illaki iliştirilirdi. Kızlı erkekliydik, neşeliydik, hayallerimiz gırlaydı. Ne bu kadar şiddet vardı, ne de içimize işleyen toksik nefret. Kalabalıkta dans ederdik, birbirine çarpan olurdu, sarhoş olup kusan belki. Güler geçerdik, hoşgörü vardı. Haftada bir illaki bir parti olurdu. Hiç tanımadığımız biriyse bile, fena sarhoşsa yalnız bırakmazdık. Saçından tutar, yüzünü yıkar, yanında kimse yoksa, evine bırakırdık.
Üniversiteden sonra hemen İstanbul’a taşındım. İlk evim Kurtuluş’taydı, Baruthane Caddesi’nde bir çatı katı. O zamanlar Asmalımescit’te hâlâ masalar vardı, sokaklardan kahkahalar ve ritmik bir uğultu yükselirdi. O kadar kalabalık olurdu ki, yürümesi gerçekten meziyet isterdi. Ev arkadaşımla pazar rutinimiz vardı. Kurtuluş’tan başlar, Tünel’e kadar yürür; Küçük Beyoğlu’nda birer kokteyl içer, eve dönerdik. Pasajlara girer çıkar, sokak müzisyenlerini dinlerdik. Beyoğlu’nun enerjisi hep iyi gelirdi. Her gün ayrı bir sürprizdi. Meyhanede yan masalarla illaki tanışılır, tanımadıklarınla kaynaşılır, kendini plansızca bir terasta dans ederken bulurdun. Bazı geceler sabahlamak zor gelirdi. 3 gibi mekandan bir başıma ayrılır, Baruthane caddesindeki evime kadar tek başıma yürürdüm.
Hem ev hem ofis partilerimiz meşhurdu. Tanımadığımız onlarca insanı evimizde ağırlamışlığımız vardı. Aynı şekilde hiç tanımadığımız insanların ev partisine gitmişliğimiz de çoktu. Şimdi düşünüyorum da, 20’li yaşlarımdaki herhangi bir anım, şu an benim için hayati risk teşkil eder. Üstelik herhangi bir gün, mekandan alkollü çıkıp eve geç saatte dönerken öldürülsem, bu ülkede masum da ilan edilmem.
Bu zamanlara da bir günde gelmedik elbet. Kampüslerde içki yasağının gelişi 2012 yılıydı. Böyle bir şeyin nasıl olabileceğine akıl sır erdirememiştik. Benim hâlâ tam aklım ermiyor zaten, ama o zamanlar kabul etmeye de niyetli değildik. Ses çıkarmaya çalışıyorduk, dertler çok seküler kalıyordu. Açıklama olarak, üniversitelerin eğitim kurumu olduğu tekrarlanıp duruyordu. 2013’te, saat 22’den sonra alkol satışı yasaklandı. Twitter’da “içkimedokunma” etiketi açıldı. Yaşam tarzına müdahaleye ses çıkaranlara, Norveç’ten örnekler veriliyor, “Bunlar medeni ülkelerde de oluyor, amma abarttınız” deniyordu. Yine de bu baskılar herkesin canına tak ettirmişti.
İşte Gezi, böyle başlayan bir direnişti.
Beşiktaş’ta Tekelist adında bir tekel bayii, 22 sonrası satış yasağını protesto için haftalarca saat 20-22 arası tekel önünde parti yapmıştı. Sokakta toplanıyor, tekelden içki alıyor ve sokak partisi yapılıyordu. Direnişimiz bile neşeliydi. Seneler içinde neşemizi yok ettiler.
Stratejik masa oyunlarında dahi, ana hattı rakibin kurmasına izin verir, hep savunmada kalırsan yenilirsin. Karşı taraf her yerden saldırır, sen bir yeri koruyayım derken, diğer taraftan vazgeçmek zorunda kalırsın. Bize de tam böyle oldu. Söylemleri iktidarın üretmesine izin verip cevap veren tarafında kaldıkça, başladılar bir “bu ülkenin değerleri” hikayesine.
Sahi sormak isterim; neymiş bu ülkenin değerleri?
Gençlerin neşe içinde, özgürce hayal kurabilmesi bizim bir değerimiz değil midir? Rakı sofrası sahip çıkılacak bir kültür değil midir? Kadınların gece saat kaç olursa olsun, eve tek başına rahatça yürüyebilmesi önemli değil midir? Müziğimiz değerli değil midir de susturulmasına izin verdik? Umutlarımız bizim değerimiz değil miydi de, söndürülmesine izin verdik? Aldığımız nefesin hiç mi değeri yok, artık nefes alamıyoruz?
Yeterince sesimizi çıkarmadığımız her yasak, bir sonrakini doğuruyor. Alan, verildiği kadar alınıyor. Sahip çıkmadığımız haklar, elimizden gidiyor. 2012’de kampüslerde içkinin yasaklanmasıyla, pandemi yasaklarında içki reyonlarına bant çekilmesi arasında bir korelasyon var. Bugün üniversitede bekçilerin, kendi hallerinde bira içen öğrencilerin başına üşüşmesine tekil bir örnek diyebilirsiniz; ama bunun yarın neyi doğuracağını artık bilemezsiniz. Seküler kesim, ne yazık ki bu ülkede temsiliyeti en düşük kesim. Muhafazakarların tatlı canları endişelenmesin diye de daha yalnız bırakılıyor. Oysaki sekülerlerin, muhafazakarla derdi yok. Sadece kendi yaşam tarzına karışılmasın, herkes kendi gibi olabilsin istiyor.
İşimiz çok, yolumuz engebeli, desteğimizse pek yok.
O yüzden biz bizeyiz; ama birbirimize sahibiz. Ya hep beraber, ya hiçbirimiz.