"Gazetecinin hakikati ortaya koyması, işini amacına ve işlevine uygun bir şekilde yapabilmesi için her şeyden önce 'insan olması/insanlaşması' gerekir. Tam da Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuściński’nin dediği gibi: 'Her şeyden önce, gazetecilik yapabilmek için iyi bir insan olmak gerektiğine inanıyorum. Kötü insanlar iyi gazeteci olamaz.'"
Bugün gerek dünyada gerekse Türkiye’de hakikatin medya tarafından çarpıtıldığı, dönüştürüldüğü, şekillendirildiği, yeniden yaratıldığı, tam anlamıyla “hakikat-sonrası” çağda yaşıyoruz. Ancak anahtar sözcüğü “güven” olan gazetecilik, kimi güç odaklarının, iktidarların ya da medya patronlarının insafına bırakılamayacak kadar önemli ve itibarlı bir meslek. Hakikati çarpıtan ya da üstünü örten gazeteci bir yandan kendi itibarını yitirirken bir yandan da hak ihlallerine ve insanın değerinin harcanmasına yol açar. Unutmamak gerekir ki gazeteci her zaman ve her koşulda “hakikat”i dillendirmekle yükümlüdür. Gazetecinin hakikati ortaya koyması, işini amacına ve işlevine uygun bir şekilde yapabilmesi içinse her şeyden önce “insan olması/insanlaşması” gerekir. Çünkü “kötü” insanlar “iyi” gazeteci olamaz. Tam da Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuściński’nin dediği gibi: “Her şeyden önce, gazetecilik yapabilmek için iyi bir insan olmak gerektiğine inanıyorum. Kötü insanlar iyi gazeteci olamaz” (Bu İş Siniklere Göre Değil/İyi Gazetecilik Üzerine Konuşmalar, Delidolu Yayınları). Öte yandan kötü insandan iyi doktor, iyi öğretmen, iyi hakim, iyi yazar, iyi terzi, iyi ayakkabı tamircisi, iyi denizci vs. olamayacağını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Gazetecinin iyi insan olabilmesi ve haber değeri uğruna insanın değerini harcamaması ise felsefî-etik bilgiyle, insan hakları bilgisiyle, insanın değerinin bilgisiyle ve doğru değerlendirme bilgisiyle mümkün olabilir.
GAZETECİNİN "İLK İŞİ" VE "İKİNCİL İŞİ"
Hemen her devirde egemenlerin, erk sahiplerinin, iktidarların sesi soluğu ve dahası propaganda aracı olan medyanın içinde bulunduğu durumu gözönüne aldığımızda, gazetecilik mesleğini ve gazetecinin işinin ne olduğunu yeniden sorgulamak, gazeteciliğe insan hakları açısından bakmak, gazetecinin başat sorumluluğunu yeniden düşünmek gerekir. Geçmişten bugüne gazetecilikte yaşanmakta olan sorunlarda ve bu sorunların çözümünde kişi olarak gazetecinin rolü büyüktür. Meslekteki sorunların temelinde, gazetecinin etik ve insan hakları bilgisinden yoksun olması yatmaktadır. Tekrar edecek olursam, bir gazetecinin işini amacına ve işlevine uygun yapabilmesinin yolu, önce insan olmayı başarmasından geçer. İnsanlaşmayı başarmak ise felsefî-etik bilgiyle mümkün olabilir. Schopenhauer “İnsan olmak ve insan olarak kalmak giderek zorlaşıyor” der. İnsanın, insanlaşabilmesi için özenle yetiştirilmesi gerektiği açıktır. Schopenhauer’ın şu sözleri de buna dikkat çeker: “İnsan bu dünyada sair her canlıdan daha büyük bir özenle, daha büyük bir ihtimamla yetiştirilmesi gereken varlık: Bu dün de böyleydi, bugün de böyle. Hatta bugün çok sayıda ve farklı sebeplerden ötürü daha da fazla böyle”. İnsanın ve dolayısıyla gazetecinin özenle yetiştirilmesinde de felsefe ve etik eğitimi önemli bir rol oynar. Tür olarak insana, insanın değerine ve değerlerine ilişkin felsefî-etik bilgiyle donanmış kişiler, her şeyden önce insan olmanın ne demek olduğunun bilgisine ulaşır ve bununla birlikte gerek aile içi ilişkilerde, gerek toplumsal yaşamda, gerekse işini-mesleğini icra ederken, “muamele etme ve muamele görme ilkeleri” olan insan haklarını gözeterek ve insana yakışır şekilde eylemde bulunurlar. Felsefî-etik temellere dayalı insan hakları bilgisi gazetecinin, insan onurunun tehlikede olduğu durumları görebilecek bir göz kazanmasına yardımcı olur. Buradan hareketle gazetecinin işinin ne olduğu ile ilgili şunu söyleyebiliriz: gazetecinin “ilk işi” insan olmak, insanın değerini ve değerlerini koruyacak bir kişi olmaya çalışmak ve kendisini insandan sorumlu duymak, ardından da -ikincil işi olarak- “işini iyi yapmak”tır.
BİR GAZETE/GAZETECİ NELER YAPMAZ Kİ!
Peki, gazetecinin işi, gazeteciliğin asıl amacı/işlevi nedir? En basit şekliyle insanların gerek yakın gerekse uzak çevrelerinde olup bitenler hakkında bilgi almalarını sağlamak ve hakikati ortaya koymaktır. Nermi Uygur, gazete için şöyle der: “Neler yapmaz ki gazete: haber verir, kandırır, ödev aşılar, aylaklaştırır, bilinç kazandırır, akıl karıştırır, tanıklık eder, yalnızlaştırır, dayanışmaya çağırır, kışkırtır, inanç pekiştirir, duygu bulandırır…” Evet, günümüzde gazete ya da daha genel anlamıyla kitle iletişim araçları ve dolayısıyla gazeteciler, Uygur’un sıraladığı bu olumlu ve olumsuz işlevlerin hemen hepsini yerine getirmektedir. Ragıp Duran’ın şu sözlerine kulak verecek olursak gazetecinin asıl görevinin hakikati dillendirmek olduğunu görürüz: “Gerçeğe [hakikate] olan sorumluluğumuzdan taviz verdiğimiz zaman gazetecilik biter. Yani gerçeğe [hakikate] karşı vicdani sorumluluğumuzu yerine getirmediğimiz andan itibaren gazeteci değiliz, propagandacıyız, patronun yahut editörün ya da okurun ‘damı’yız”. İoanna Kuçuradi ise gazeteciliğin amaçlarından birinin, belki de ana amacının “çevremizde ve dünyamızda olup bitenleri bilmemizi olanaklı kılmak; yani olup bitenler hakkında kişinin kendi kanaatini oluşturma temel hakkını kullanabilmesine katkıda bulunmak” olduğunu dile getirir. Ne var ki kamunun kanaatinin oluşmasına aracılık ederken, gazetecinin kendi kanaatlerini işin içine katmaması, olup bitenleri eğip bükmeden, çarpıtmadan, bambaşka bir şekle sokmadan aktarması gerekmektedir. Açıkça görülmektedir ki gazetecinin aracılık etme görevini iyi yapabilmesi, olan biteni çarpıtmadan doğru aktarabilmesine bağlıdır, ancak bunun yolu da öncelikle olayları, durumları doğru değerlendirebilmekten, onlara değer biçmeden, değer atfetmeden, onları oldukları gibi görmeyi başarmaktan geçer.
NEYİN HABER OLACAĞINA, NEYİN HABER OLMAYACAĞINA KARAR VERMEK
Hiç kuşkusuz ki gazeteci haber hazırlarken, bazı şeyleri seçmek ve seçtiklerini bazı şeylerle birleştirmek ve bazı şeyleri de dışarıda bırakmak zorundadır. Yani gazeteci haber üretirken seçme-birleştirme-dışarıda tutma gibi yöntemlerle gerçeği inşa eder. Ancak bu yöntemleri uygularken de gazetecinin doğru değerlendirme yapabilmesi şarttır. Çünkü Kuçuradi’nin altını çizdiği üzere, gazetecinin “bir ülkede ya da dünyada binbir olan biten arasında hangisinin ‘haber’ olduğuna, hangisinin ‘haber’ olmadığına −yani kamunun hangisini bilmesi gerektiğine ya da hangisini bilmesinin uygun olduğuna− karar verebil”mesi, bunu yaparken de egemen sınıfın değil kamunun çıkarlarını gözetebilmesi, onun olayları doğru değerlendirebilmesine ve doğru değerlendirme yapabilmesine bağlıdır. Ayrıca haber, Kuçuradi’nin dediği gibi “bir gazetecinin veya diğer bir kitle iletişim aracı mensubunun, çok farklı gerekçelerle, kamunun bilmesi gerektiğini veya bilmesinin uygun olacağını düşündüğü şeyden başka nedir ki?”. Dolayısıyla “belirli bir olaylar demeti içinden birini seçmek ve ondan bir ‘haber’ yapmak, kendi içinde bir değerlendirmedir”. Öte yandan şunun da altını çizmek gerek: birçok olay arasından seçim yapan gazeteci, seçtikleri kadar seçmediklerinden de sorumludurlar. Çünkü insan söyledikleri kadar söylemediklerinden, gördükleri kadar görmediklerinden ya da görmezden geldiklerinden de sorumludur. Kuçuradi’ye göre, ortaya koyduğu haberlerle kişinin kendi kanaatinin oluşmasına katkıda bulunan gazetecinin asıl işi “aracılık etmek”tir: “Ondan beklenen, bizim kendi başımıza tanıklık edemediğimiz, ama bizi ilgilendiren şeyleri bilmemizi olanaklı kılması, böylece de çoğunlukla çeşitli propaganda ve reklamların psikolojik etkileriyle biçimlenen kamuoyunun olabildiğince kandırılmamış bir şekilde oluşmasına katkıda bulunmasıdır”. Kamuoyunun kandırılmadan oluşabilmesi ya da bir başka deyişle “gazetecinin işini gazeteciliğin amaçlarına uygun yapmasının ana koşulu, onun doğru değerlendirme yapabilmesi −en başta da olayları doğru değerlendirebilmesi−dir”. Dolayısıyla gazetecinin tarafsızlığı ya da nesnelliği, olayları doğru değerlendirebilmesine bağlıdır diyebiliriz. Başka bir ifadeyle, ideolojilerinin, ezberlerinin, ön yargılarının, değer yargılarının ötesine geçip doğru değerlendirme yapmayı başarabilen gazeteci, zaten tarafsız ve nesnel bir bakış açısıyla haber üretebilecektir. Haber değeri uğruna insanın değerini harcamayacaktır. Elbette bu zor iştir, ama asıl tarafını “insan” olarak belirleyen gazeteci için imkânsız değildir.
GAZETECİ GEREKTİĞİNDE BAŞKALDIRAN KİŞİDİR
İnsan pek çok özelliğinin yanı sıra öfkelenen, başkaldıran, hayır diyen bir varlıktır. Gazeteci de haksızlıklar karşısında tepkisiz kalmaması gereken, “öfkelenmesi”, eyleme geçmesi, başkaldırması gereken kişidir. Bu noktada, medyanın içinde bulunduğu durum gözönüne alınarak, gazetecilerin yargılandığı, tutuklandığı, mahkûm edildiği, basının özgür olmadığı bir toplumda “gazeteci nasıl başkaldırabilir?” sorusu sorulabilir. Çok yerinde ve haklı bir sorudur bu. Ancak şu gerçeği de akıldan çıkarmamak gerekir: Gazetecilik yapmak dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman kolay olmadı. Bu gibi sorunlar, gazetecilik tarihinin hemen her döneminde var olduğu gibi, herşeye rağmen işini iyi yapan, gerektiğinde başkaldıran, her daim direnen gazeteciler de vardı. Rahatça sığınabileceğimiz bu bilgi, herşeye rağmen işini iyi yapabilmenin tek tek kişilerin elinde olduğunu göstermektedir ve bu bilgiden umut devşirmek mümkündür. Edebiyatı, Çukurova’dan beslenen büyük yazar Yaşar Kemal, otuz iki yıllık bir süreçte tamamladığı başyapıtı İnce Memed dörtlüsünde adaletsizliğe, baskıya, zulme ve kokuşmuş düzene başkaldıran kahramanı İnce Memed aracılığıyla adeta başkaldırının destanını yazmıştır. İlk baskısı 1955 yılında yayımlanan ve yazarın ilk romanı olan bu eser “insan, başkaldıran bir varlıktır” diye haykırıp durmaktadır. Serinin dördüncü kitabında, Memed’in düşünde, üç şerefeli minareye çıkıp ezan okur gibi bütün dünyaya vaaz eden Ferhat Hocanın sözleri, adaletsizliğe, kötülüklere, haksızlıklara, zulme başkaldırmazsa insanı nasıl bir sonun beklediğine işaret etmektedir. Romanın dört ana karakterinden biri olan bu soylu, açık görüşlü, ilginç Hoca şöyle der: “İnsan kendine, kendi yüreğine, kendi korkusuna toptan başkaldırmadıkça insan soyu bundan da beter olacak, aşağılanacak, zulüm, korku iliklere işleyecek, insanlıktan çıkacak, bir solucandan da daha mutsuz olacak. Solucanın gözü yok, kulağı, ağzı, dili yok, insanın var. İnsan soyu başkaldırmayı, yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın yürekteki sıcaklığını unutacak.” İnsandan sorumlu olup kendisi de solucan değil, bir insan olan gazetecinin, en başta kendine, kendi yüreğine, kendi korkusuna ve ardından insana yapılan haksızlıklara karşı başkaldırması gereken kişilerden biri olduğu iddia edilebilir. Çünkü gazetecinin, meslek gereği belki diğer herkesten daha çok duyan bir kulağı, konuşan bir ağzı, gören gözleri, kalem tutan bir eli ve toplumu değiştirip dönüştürme gücü vardır ya da olması gerektiği söylenebilir. Dolayısıyla gazetecinin en başta kendi yüreğine, sonra gazeteciyi doğruları söylemekten alıkoymaya çalışan, basın özgürlüğünü kısıtlayan medya patronlarına, iktidarlara, insana yapılan haksızlıklara ve zulme karşı her daim başkaldırması, isyan bayrağını hep dik tutması gerektiği dile getirilebilir. Çünkü “İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, insanlar, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hale düşecektir.” İnsanlığın daha beter hallere düşmemesi için daima uyanık durması ve uyuyanları dürtmesi gereken kişilerden biridir gazeteci. Eserlerini felsefî sorgulamalarla yoğuran yazar Bilge Karasu da uyanık durmanın önemine dikkat çeker ve bunun ne demek olduğunu şöyle açıklar: “Uyanık durmak, yaşamayı kolaylaştıran alışkanlıkların baskıya dönüştüğü yeri görmek, alışkıların rahat uyuşukluğundan silkinmek, uyuşukluğa kapılanları dürtmektir. Uyanık durmak, baskının her çeşidinin kokusunu daha uzaktan alabilmektir; ortaçağın vebadan korktuğundan daha çok korkmaktır baskıdan. Bu baskıyı, insanı ezecek her türlü eğilimi sezebilmek, insanlara bundan iğrenilmesi gerektiğini, buna boyun eğilmemesi gerektiğini, karşı konması gerektiğini anlatmaktır.” Karasu’nun dile getirdiklerinden hareketle, etik olarak sorumlu bir gazetecilik/habercilik anlayışının geliştirilmesi için uyanık duran, alışkanlıkların baskıya dönüştüğünü görebilen gözlere sahip, insanı ezecek, küçültecek her türlü eğilime başkaldırabilecek gazetecilere ihtiyaç olduğu söylenebilir. Böyle gazetecilerin varlığı da felsefî-etik bilgiye dayalı insan hakları eğitimiyle mümkün kılınabilir.