Haber: Elif Şahin Hamidi
“Bu fuarın konusu ‘laiklik, özgürlük, adalet ve barış’ olduğuna göre, bugün ben, yanıbaşımızda ve biraz daha uzağımızda insafsız savaşlar sürerken, bu özlemlerden barış üzerine birkaç söz söylemek, böylece de bugünkü durumun ortaya çıkmasına yol açan ihmaller üzerine düşünmeye yardımcı olmak istiyorum” diyerek konuşmasına başlayan Kuçuradi, dünyanın iki ideolojik bloka ayrılmış olduğu dönemde “Barış”ın Doğu Blokunun mottosu, “insan hakları ve temel özgürlükler”in ise Batı Blokunun mottosu olduğuna dikkat çekti. “Bu iki konuyu ‘paylaşma’nın, çıkarlara güzel adlar vermek için nasıl kullanıldığını çok açık görebiliyordum” diyen Kuçuradi, tarihten örnekler verdi: “1980’li yıllarda, Bloklararası çıkar çatışmalarına karşı savaşmak için düşünülmüş yolların adı ‘uluslararası anlayış ve işbirliği’ ile ‘silâhsızlanma’ olmuştu. Bunların ‘dünya barışı’nı korumanın, yani sıcak bir savaşın çıkmasını önlemenin yolları olduğu düşünülüyordu. 1990’lı yılların başında Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği dağılınca, barış konusuna ilişkin değer yargısı değişti, ama ‘barışı koruma’dan anlaşılan değişmedi: hâlâ ‘sıcak bir savaşın önlenmesi’ olarak anlaşılıyor barış. Ama bu ‘barış’ bir türlü korunamıyor; ‘küçük’ savaşlar gitgide artıyor ve barışın insan haklarıyla ilgisi hâlâ pek görülemiyor. Nitekim 2010 yılında, yani 14 yıl önce, ABD’de çalışan İsrailli bir meslekdaş, Anat Biletzki, İnsan Hakları Merkezimizin daveti üzerine, İstanbul’a geldi ve ‘Gazze: Unutulmuş bir Hapishane’ başlıklı bir konferans vermişti. Teşhisleri önemliydi, ama bu ve bu gibi dikkat çekmeler, şu andaki durumun ortaya çıkmasını engelleyemedi.”
“Savaş olgusuna bakarak, barışın ne olduğunu adım adım ortaya koyabiliriz”
Kuçuradi konuşmasında, bunlar üzerine düşünmeye temel oluşturabilecek “barış nedir?” sorusuna cevap vermeye çalıştı. “Bir kavram olarak barış, savaşın göreli kavramıdır. Bu da, savaşın olmadığı yerde barışın olduğu düşüncesine götürüyor ve bizi barış konusunda yanıltıyor” diyen Kuçuradi, şöyle devam etti: “Çünkü gerçekliğe baktığımızda barışlar görmüyoruz, savaşlar görüyoruz. Bu savaşlara baktığımızda ise, görüyoruz ki her savaş birer olaylar dizisidir: Belirli bir zamanda başlıyor (ilân ediliyor), bir süre (bazan yıllarca) sürüyor ve bitiyor. Ama bu arada, herbirinde binlerce insan, başka başka insan –görev gereği kendini bir cephede bulan genç askerler ve gitgide artan sayılarda siviller– ölüyor. Tarihsel boyutlar içinde bakıldığında olaylar dizisi olarak karşımıza çıkan savaş, dünyamızın –insan dünyasının– bir olgusudur. Savaşın nasıl bir olgu olduğunu görebilmek için (‘sanki hiç görmedik mi!’ diyebilirsiniz kısmen haklı olarak), yani savaşın ne olduğunu görebilmek için, önce Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisinde, başka bir bağlamda verdiği bir örneği sizlere aktarayım: Kral I François, bir vesileyle kardeşi İmparator V Charles’a bağlılık bildirisi göndermiş; François da bunun üzerine şöyle demiş: ‘Ne harika, uyum! Kardeşim Charles ne istiyorsa, ben de onu istiyorum.’ İkisi de Milano’yu istiyorlardı! İşte savaş: aynı şeyle ilgilerinde iki tarafın oluşması, karşı karşıya gelmesiyle ve herbirinin, o şeyle ilgili istediğini gerçekleştirmek üzere diğer tarafı saf dışı etme çabasında yaptığı sınır tanımayan eylemlerin ve bu eylemlerin biraraya gelmesiyle oluşan olayların yarattığı durumdur, ya da koşullar bütünü. Kavramsal düzeyde savaşın göreli kavramı –karşıtı– olduğu halde barış, gerçeklikte savaşın karşıtı-tersi olan bir durum değildir. Ama barışın ne olduğunu, gerçekliğe bakarak –savaşla ilgili olarak yaptığımız gibi, yani tek tek “barışlara” bakarak– belirleyemeyiz. Ne var ki, savaş olgusuna bakarak, barışın ne olduğunu adım adım ortaya koyabiliriz: yani önce, barışın hangi özellikleri taşımayan koşullar bütünü ya da durum olduğunu ortaya koyabiliriz, sonra da hangi özellikleri taşıyan bir durum olabileceğini söyleyebiliriz. Barış, aynı şeyle ilgilerinde iki taraf yaratmayan –aynı bir şeyle ilgili olanların karşı karşıya gelmelerine yapısı gereği neden olmayan– bir koşullar bütünüdür: kuruluşu ve işleyişi, ilkelerinden dolayı, tarafların oluşmasına ve karşı karşıya gelmesine kendisi neden olmayan bir düzendir barış. Böyle bir düzen, ya da bu özelliği gösteren koşullar bütünü olarak kavrandığında barış, bir hukuk durumudur; ya da, amacı dışında kullanılmayan hukukun egemen olduğu durum.”
“Açık kavranılmış insan haklarının gerektirdikleri yerine getirilmeli”
Barış konusunun ülkeler düzeyinde, yani “iç barış” olarak ve uluslararası düzeyde, yani “dünya barışı” olarak iki bağlam içinde ele alınabileceğini ifade eden Kuçuradi, “Benim görebildiğim kadarıyla, ülkeler düzeyinde barış, bugün, bir ülkede toplumsal özgürlüğün (toplumsal özgürlük fikrinin) önemli derecede gerçekleşmiş olması durumuna verebileceğimiz addır.” Toplumsal özgürlük, insan onuru, insan hakları ve barış arasındaki ilişkiye vurgu yapan Kuçuradi “İşte, barış, temel insan haklarının yalnızca pozitif hukuka girmesiyle değil; bir ülkede, bu haklarla dile getirilen taleplerin gerektirdiklerinin yerine getirilmesiyle, yani toplumsal özgürlüğün sürekli var kılınmasıyla yaratılan durum olsa gerek
–temel hakların çoğu zaman kâğıtta kalmadığı durum. Barış kavramıyla ilgili olarak daha önce söylediklerime dayanarak, “dünya barışı”nın, yalnızca sıcak savaşların olmaması değil; uluslararası, devletlerarası, hatta kıtalararası ilişkilerde, aynı bir “şey”le ilişkilerinde tarafların oluşmasına yol açmayan düzenlemelerin yapılmasıyla ve çağın koşullarında açık kavranılmış insan haklarının gerektirdiklerinin sürekli olarak yerine getirilmesi ile oluşabilen –sürekli oluşturulması söz konusu olan– durum olduğu söylenebilir” dedi.
“Bütün kültürlere saygı”, bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltme girişimi
“Bütün kültürlere eşit saygı”nın teşvik edilmesinin, insan hakları ve dolayısıyla dünya barışı için bir tuzak olduğuna vurgu yapan ve “Bu teşvik bana, bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltme girişimi olarak görünüyor” diyen Kuçuradi sözlerini şöyle sürdürdü: “Hiç şüphe yok ki, kişilerin farklı ‘kültürel’ özelliklere sahip olmaları –yani dünya görüşleri ve normları olan grupların üyeleri olmaları– ayırımcılığa, ırkçılığa, bunların sonucu olarak da birçok sorunlara ve sayısız insan ihlallerine yol açmış ve açmaya devam ediyor. Ne var ki, bu sorunları insan haklarıyla bağlantılayarak çözmeye, yani insan haklarının gereklerini –bu arada da farklı kültürel özellikler taşıyan gruplarla ilgili gereklerini de– yerine getirmeye çalışmak yerine, çözüm olarak, hangi kültürden olursa olsun bütün insanlara saygı değil, bütün kültürlere
–yani niteliklerine bakılmaksızın bütün dünya görüşlerine ve bütün normlara– saygı talebi getirildi. Bunun teorik temellendirilmesini de postmodernizm sağladı; böylece de normları ve dünya görüşlerini doğru değerlendirme yetersizliğimiz meşrulaştırılmış oldu. Özellikle ‘gelişmekte olan’ ya da ‘çağdaşlaşma yolunda’ olan birçok ülkede bazı entellektüeller, biryandan insan haklarına ve onların etkili kılınabilmesinin önkoşulu olan laiklik gibi ilkelere, ‘Batı kültürü ürünüdür’ diyerek kuşkuyla bakıyor ya da reddediyor, ama yine Batı düşüncesinin ürünü olan postmodernizme dört elle sarılıyor; üstelik ‘kendi kültürleri’ saydıkları dünya görüşlerini ve normları serbestçe yaygınlaştırabilmek için insan hakları retoriğine sığınıyor. Bazı akımların –IŞİD– böyle yayılmasını mümkün kılan da bu ‘bütün kültürlere eşit saygı’ görünüyor. Böylece şu anda insan hakları için çok tehlikeli olan bir gelişmeyle yüz yüze gelmiş bulunuyoruz: Kimi köktendinciliklerin ve bir sürü metafizik eğilimlerin dünya çapında yaygınlaşmasıyla ve kamusal yaşamda cemaatçiliğin gitgide artan bir savunmasıyla. 21. yüzyıl başında eğer dünya barışının bir ütopya olarak kalmasını istemiyorsak, daha önce uluslararası düzeyde aldığımız kararlar sonucu oluş an bu olgular üzerinde –nasıl oluştukları ve nelere yol açtıkları üzerinde– düşünmemiz ve barış için insan hakları arasındaki koparılmaz ilgi üzerinde kafa yormamız; sonra da ülkelerin ve dünyanın bugünkü koşulları her an yeniden değerlendirerek, aynı insan haklarının farklı koşullarda farklı olabilen gerektirdiklerini teker teker sürekli olarak bularak, teker teker yerine getirmemiz zorunlu görünüyor. Bu demektir ki, eğer gerçekten barışı ardıarası kesilmeyen çabalarla gerçek kılmak istiyorsak, açık kavranılmış insan haklarının korunmasını ulusal ve uluslararası politikaların ana amacı olarak koymamız gerekiyor; yani geçen 75 yıl boyunca ulusal ve uluslararası politikalarımıza ana amaç olarak koyduğumuz gelişmenin/kalkınmanın yerine –yaptıklarımızın çıkmaza girdiğinin farkına vardığımız her defasında yalnızca onu nitelendiren sıfatları (ekonomik, kültürel, yerel-içten, sürdürülebilir gibi kalkınmanın sıfatlarını) değiştirmekle yetindiğimiz ‘kalkınma’nın yerine–, insan haklarının bilgiyle korunmasını ana amaç olarak koymamız gerekiyor. Dünyamız ‘ne olsa olur’ mottosuyla, herşeyi eşdeğer sayan Postmodernizmden kendisini sıyırmadıkça, barıştan söz etmek boşuna olur.”