HABER: ELİF ŞAHİN HAMİDİ
Selçuk Belediyesi ve Tütkiye Felsefe Kurumu işbirliğiyle düzenlenen "Anadolu'da Felsefeye Yolculuk VII, Dünya Felsede Gününde Efesli Herakleitos, Niçin Felsefe?/Efesli Herakleitos Felsefe Günleri II", Prof. Dr. İoanna Kuçuradi'nin açış konuşmasıyla başladı.
Kuçuradi konuşmasında ""Hep söylerim: Anadolu'da doğup büyümüş olmak, bu topraklarda yaşamak, çoğumuzun farkında olmadığı bir ayrıcalıktır. Çünkü bu topraklarda dokuz-on uygarlık –Urartu, Hitit, Frigya, Lidya, Troia, İonya, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı uygarlıkları– yeşermiş ve birbirini etkilemiştir. Bu uygarlıkların birbirine etkisi, yalnız sanat alanında –örneğin mimaride, şehircilikte– görülmez; kişide bunu görebilecek bir göz olması koşuluyla, bu etki günlük yaşama kadar uzanabilmektedir" diye konuştu.
Kuçuradi'nin konuşmasının tam metni şöyle:
"Hep söylerim: Anadolu'da doğup büyümüş olmak, bu topraklarda yaşamak, çoğumuzun farkında olmadığı bir ayrıcalıktır. Çünkü bu topraklarda dokuz-on uygarlık –Urartu, Hitit, Frigya, Lidya, Troia, İonya, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı uygarlıkları– yeşermiş ve birbirini etkilemiştir. Bu uygarlıkların birbirine etkisi, yalnız sanat alanında –örneğin mimaride, şehircilikte– görülmez; kişide bunu görebilecek bir göz olması koşuluyla, bu etki günlük yaşama kadar uzanabilmektedir: Mazhar Şevket İpşiroğlu'nun 60'lı yıllarda yaptığı “Anadolu Yolları” belgeselinde böyle örnekler görüyoruz: İpşiroğlu bu belgeselde, Orta Anadolu'nun bir köyünde zar oynayan iki kişiyi ve yüzyıllar önce aynı şekilde “pesos” oynayan iki kişiyi gösteren bir mozaiği yanyana getiriyor. Bu uygarlıkların farklı dünya görüşlerinin, egemen yaşama biçimlerinin ve davranış normlarının bilgisi –ve bu arada günümüzde Anadolu'da yaygın farklı dünya görüşlerinin ve davranış normlarının bilgisi–, düşünmek isteyenlerimize elverişli bir malzeme sağlıyor; felsefe bilgisiyle bakanların da, onları değerlendirmeyi kolaylaştırıyor ve bu anlayışlardan hangilerinin insanların insansal olanaklarının gelişmesine elverişli olduğunu, hangilerinin engelleyici olduğunu empirik olarak da gösterebilmelerini olanaklı kılıyor.
Bu dokuz-on uygarlığın yeşerdiği bu topraklar, aynı zamanda felsefenin ve felsefî bilgiye dayanan bilgeliğin de kaynağını bulduğu topraklardır.
İlk Felsefe Gününü Türkiye’de ilk defa Harran’da kutlamıştık. 20. Dünya Felsefe Gününü de bu yıl Herakleitos’un memleketinde kutluyoruz. Bu türlü Günleri kutlamanın en genel amacı, hakkında oldukları konuya kamu oyunun dikkatini çekmektir. Bunun için bugün burada, Türkiye Felsefe Kurumunun kuruluşundan beri yaptığım gibi, “Niçin Felsefe?” sorusuna cevap vermeye çalışacağım. 2 Bu toplantının değerli konuşmacılarının sunacakları bildirilerle bunu teorik olarak yapacaklarını; öğrencilerle yapılacak çalışma da deneysel olarak bunu göstereceğini umuyorum.
* Felsefe kimilerinin olumlu bir değer yargısıyla, kimilerinin de olumsuz bir değer yargısıyla baktıkları, ama ne ile uğraştığı, ne olduğu pek belli olmayan bir uğraş alanıdır. Eğer siz felsefeyle uğraşmıyorsanız, felsefenin ne yaptığını bilmek oldukça zordur. Felsefeyle uğraşanlara en sık sorulan sorulardan biri de “felsefe nedir?“ sorusudur. Günlük yaşamda 'felsefe' kelimesinin kullanıldığı bağlamlara baktığımızda, felsefenin sık sık felsefe olmayanlarla karıştırıldığını görüyoruz –örneğin “felsefe yapma!” bağlamında.
“Felsefe yapma!” bağlamında felsefe, boş bir lâf kalabalığı; “bu da felsefe değil ya!” bağlamında çok zor, anlaşılmaz bir bilgisel düşünsel etkinlik; “partimizin felsefesi” bağlamında, ya da bu tür bağlamlarda, bir partinin çalışmalarında temel alınan anlayışlar, fikirler/normlar bütünü; “benim felsefeme göre” bağlamında dünya görüşü, hayat görüşü; “Marxist felsefe” bağlamında ideoloji anlamında kullanılıyor 'felsefe'. Bunlar felsefe sayılan ama felsefe olmayan, felsefeye ilişkin anlayışlardır. Son üç bağlamdaki 'felsefe'den –ki bunlar kelimenin en çok karşılaştığımız kullanış biçimleridir–, yaşamda kişilerin ya da grupların kararlarında, yapıp ettiklerinde temel aldıkları görüşler ve normlar kastediliyor. Şimdi bunlar felsefe değilse, felsefe nedir acaba? Felsefe denilen alana ve tarihine bakılırsa, bu soruya verilebilecek çok genel bir cevap: felsefenin kendine özgü (yani onu diğer insan uğraşılarından ayıran, farklı) bir nesneleştirme yapan bir bilme etkinliği ve bu etkinlik sonucu ortaya konan bilgilerden oluşan bir alan olduğu söylenebilir. 'Kendine özgü nesneleştirme' derken de, felsefede bilme konusu yapılanların (bilinmek istenenlerin) ve bunlara ilişkin sorulan soruların özelliğini kastediyorum. Felsefenin tek değilse de en tipik sorusu “nedir?” sorusudur. Bir şeyin n e olduğunu sorar felsefe –“İnsan nedir?”, “Bilgi nedir?”, “Adalet nedir?”, “İnsan hakları nedir?”, “Devlet nedir?” gibi. Bu "nedir"li sorular, kimi zaman bir terimin anlamını, kimi zaman da anlamından öte bir şeyin varlıksal özelliğini, yapısını sorarlar: bir şeyi o ş e y yapan ve benzerlerinden ayıran ana özelliklerinin, türce özelliklerinin ne olduğunu. Bu sorulara doğru bir cevap verilmeden, yani bir şeyin ne olduğu –örneğin bilginin ne olduğu, devletin ne olduğu– bilinmeden, onun hakkında sorulacak başka herhangi bir soruya bilgisel bir cevap verilemeyeceğini, 25 yüzyıl önce Sokrates çağdaşlarına öğretmeye çalışmıştı. Aramızdaki felsefeciler, Menon'u hatırlayacaktır. Menon dialogu 3 nasıl başlıyor? “Erdem öğretilebilir mi, öğretilemez mi? Yoksa bir doğa vergisi midir?” sorularıyla. Sokrates’in buna cevabı ne olur? “Erdemin ne olduğunu bilmeden bu sorulara cevap verilemez”, der. Üstelik bir şeyin n e olduğunu bilmeden, o şeyle ilgili sorulan başka bir soruya birbirine ters düşen cevaplar rahatlıkla savunulabilir. Dialogda Sokrates “erdem nedir?” sorusuna Menon'un verdiği cevapları çürüterek, bu cevaplarda neyin eksik olduğunu, neyin yapılmadığını, ya da Menon’un neyi yapamadığını gösterir. Ondan sonra bir örnek verir –şekil örneğini–, şekil ve b i r şekil farkını yapar ve Menon’a “kareyi de, yuvarlağı da, üçgeni de şekil yapan ne?” sorusunu sorarak, kendisi bir cevap verir. İşte “bir şeyin ne olduğunun, o şeyi o şey yapanın ortaya konması” derken böyle bir şeyi kastediyorum. Ne var ki bu "nedir?" sorusu, sanıldığı gibi, durup dururken, ezbere sorulacak bir soru değildir. Yaşarken karşılaştığımız bir problem karşısında, ya da araştırma yaparken gördüğümüz bir problem olduğu zaman sorulabilen bir sorudur. Tek başına sorulduğunda, yani karşı karşıya geldiğimiz bir problem olmadan sorulduğunda, bu tür “nedir”li bir soruya birbirinden çok farklı cevapların verilmesi kaçınılmazdır. Problem görmek her şeyden önce bir aykırılığı yakalamaktır. Ama ne ile ne arasında bir aykırılığı? Çeşitli bilgi alanları söz konusu olduğunda bir problem, yeni farkına varılan bir olgu ile aynı konuda mevcut bir bilgi ya da açıklama arasında, hatta doğru bir bilgi veya açıklama arasında bir aykırılıktır. Böyle bir aykırılığın görülmesi yeni bir açıklamaya kapıyı aralamada, ya da yeni bir doğru bilgi ortaya koymada ilk ana adımdır. Böyle bir aykırılık yakalanmadan, bilimsel ya da felsefî araştırma yapmaktan söz edilemez. Yapılan, olsa olsa hazır bilgileri uygulamak olur. Günlük hayata baktığımızda, kişilerin yaşamı ya da grupların yaşamı söz konusu olduğunda ise 'problem görmek', yapılanlar veya olan bitenler ile değer bilgisi arasında bir aykırılığı görmek demektir. Varsa tabiî. Çünkü çok defa bir problem olmadığı yerde de problem “görenler” olabiliyor. Bu tür gerçek bir aykırılığı görmekse, doğru veya değerli bir eylemde bulunabilmemizin yeterli olmasa da onsuz olunamayacak bir koşuludur. Değerli katılımcılar, problem gören ve belirli durumlarda yapılması gerekeni gören bakış, kişilerin uygun bir antrenmanla, uygun bir eğitimle, çeşitli derecelerde kazanılabilecek bir bakıştır. Böyle bir bakışı kazandırmaksa, yine böyle bir bakışın sağladığı temel üzerinde ve bir bütün olarak plânlanmış eğitimden ve en başta felsefe eğitiminden beklenebilir:
Kişiye yaşarken kendini görmeyi, başkalarına ve olaylara kendi gözleriyle bakabilmeyi, kişinin sınırlar görmesini ve kendi sınırlarını görmesini, bağlantılı düşünebilmesini ve kişi neye bakıyorsa –yani neyi bilme konusu yapıyorsa–, onu bağlantıları içinde görmeyi, ait olduğu bütünde yerini görebilmeyi öğretmeyi her aşamasında amaç edinen bir felsefe eğitiminden beklenebilir. Bugün yaşadığımız sorunların kaynağında bulunan en önemli eksikliklerden biri, (eğer çıkar çatışmalarını bir yana bırakırsak) bağlantılı düşünememektir. 4 Bakın, benim çok sevdiğim ve bizim Kurumun Bülteninde yayınladığımız iki örneği vereyim. Hep anlatırım bu örnekleri, çünkü çok tipiktir: Bir tanesi televizyonda yapılan bir yarışmadan. Lise mezunu düzeyinde bir meslek grubu yarışıyordu. Sunucunun elinde güzel bir paket vardı, kurdelelerle bağlanmış. Hayır-evet cevaplarıyla içindekinin ne olduğu bulunacaktı. Sunucunun sorduğu sorularla, paketin içinde bulunan nesnenin evin her yerinde kullanılabilen, ama en başta mutfakta kullanılan bir alet ve kesici bir alet olduğu ortaya çıktı. Ama sunucu, “nedir bu alet?” diye sorduğunda, cevap “tabak” oldu.
Benzer bir örneği, bir yasa tasarısının gerekçesinden vereyim. Şöyle deniliyordu: “bütün rejimler gibi demokratik rejimin de kendini savunmaya hakkı vardır”. Bu ne demektir? Şeriatın da , faşizmin de kendini savunmaya hakkı vardır. Bu söylenmek istenmiyor, ama bu ifadeyle bu söylenmiş oluyor. Bugün televizyon reklamlarına bakarsanız, çok sayıda bu tür örnekler görebilirsiniz. İşte felsefe eğitimi gören bir insanın bunları hemen yakalaması gerekiyor. Başka önemli bir eksiklik de, yapıp ettiklerimizin ve yaşadıklarımızın hepsinde var olan etik değer boyutunu gözardı etmek ya da farkında olmamaktır. Ona da şöyle bir örnek vermek istiyorum sizlere. Bir TV programında canlı yayında benle konuşan sunucu şöyle bir soru sordu: “-Hocam, siz felsefe ile işkence arasında bir bağlantı kuruyorsunuz. Nasıl bir bağlantı var aralarında?” Şaşakaldım. Ama hemen, soruyu soranın benim söylediklerimden böyle bir sonucu nasıl çıkarmış olabileceğini düşünmeye çalıştım ve şöyle bir cevap verdim: Bakın, felsefe ile işkence arasında bir bağlantı yok. Ancak siz işkence olgusuna felsefe bilgisiyle bakarsanız, şunu görürsünüz: İşkence, onur kırıcı bir muameledir deniliyor. Değil mi? Siz etik bilgiyle işkenceye bakarsanız, orada insan onuru ayak altına alınan insanın, işkenceye uğrayanın değil, işkenceyi yapanın olduğunu görürsünüz.
Bu, bütün etik ilişkiler için de böyle. Ben birinizi kandırırsam, kandırılan yanlış bir şey yapabilir, ama onun insan onuruna, etik bakımdan hiçbir şey olmuyor, kandıranın onuruna oluyor. İşte etik değer boyutunu hesaba kattığınız zaman, etik bilgiyle baktığınız zaman, böyle şeyler görülebilir. Ben bu örneği birçok meslekdaşıma anlattığım zaman, “hiç böyle düşünmemiştik” diyorlar. İşte bunu görebilmek için, bunu görebilecek bir göz kazanmış olmak gerekir. Bu etik boyut görülmedikçe, değerlendirmelerimizi bize yükletilen kültürel değer yargıları, kültürel yerel normlarla yapıyoruz ve değer koruyacak yerde değer harcayabiliyoruz. Başka gördüğüm önemli bir eksiklik de, sık sık sözü edilen ve birtürlü üstesinden gelinemeyen kavram kargaşasıdır. Bu ifade sık sık kullanılıyor, biliyorsunuz. 'Kavram kargaşası', kelimelerin kavramsal boşalmasıdır. O zaman kavramsal içeriği boşalmış kelimeleri kişiler işlerine geldiği yöne çekilebiliyor ve kelimelerin kavramsal içeriğini bilgi değil, çıkarlar belirliyor. Bizde laiklik kavramı buna bir önek olabilir. Uluslararası düzeyde insan hakları bugün böyle bir hale gelmiştir, terör kavramı da öyle.
erörün bugün resmî tanımı yapılamıyor, siyasal nedenlerden dolayı yapılamıyor. Örnekleri çoğaltabiliriz. İşte, sayın arkadaşlarım, bunları hesaba katarak yapılan bir felsefe eğitimi, yani eğitim gören kişinin öğrendikleri ile kendi yaşadıkları arasında bağlantı kurabilmesine 5 yardımcı olmayı ve problem görebilen bir göz kazandırmayı amaçlayan bir felsefe eğitimi, en başta da felsefî bir bakışla oluşturulan, plânlanan ve gerçekleştirilmeye çalışılan bir genel eğitim, yaşadığımız bu ve bu gibi sorunların üstesinden olabildiğince gelmemizi sağlayabilecek en önemli yol olarak görünüyor –belki de tek sağlam yol. Değer yargıları ile değerlerin karıştırılması sonucu "değer dışı" olması gerektiği düşünülen eğitim modellerinin ve yetmişli yılların sosyal bilimler ve eğitimi furyasından sonra, bu eğitim modellerinin nereye götürdüğü deneysel olarak görüldükten sonra, dünya düzeyinde insan bilimlerinin ve en başta felsefe eğitiminin gerekliliği yeniden gündeme geldi.
Doksanlı yılların başında bir grup filozofun, tüm dünya ülkelerinin meclislerine ve hükümetlerine yaptığı bir çağrıda şöyle deniliyor: “Dünyadaki kültürel deneyimlerin ussal bir karşılaştırılmasını yapmak, tüm toplumlarda ivedi bir zorunluluk olarak görülmektedir. Gene de farklı kültürlerin karşılaştırılması, eskiden olduğu gibi şimdi de, yalnızca göreneklerin ve ifade biçimlerinin sığlaştırılması ya da tarihsel belleğin yitirilmesi olarak ortaya çıkıyor. Alışverişi yapılan, kültürlerin erdemlerinden çok yanlışları ve zaafları oluyor. Klâsik dünyanın kültürel potasında sonsuzluğa değin etkin olacak bir yaşam iksiri, yani felsefî düşünce, tarihimizi etkileyen, kültürümüzün belirgin özelliklerini borçlu olduğumuz bir bilgi doğmuştur. Ne var ki çağdaş toplumun felsefeye karşı tutumu, günümüzün sorunlarını gözönünde bulundurduğunu göstermemektedir. Çoğu ülkelerin okullarında felsefe ya ders olarak sürekli görmezlikten geliniyor ya da giderek bir kenara itiliyor. Milyonlarca öğrenci felsefe kavramından hiçbir şey anlamıyor. Meslekî ve pratik yetenekleri besliyoruz, ama felsefî yaratıcılık ruhunu körelmeye terk ediyoruz. Bunun sonucunda tarihsel bağlantıları anlayan ya da anlayabilecek durumda olan kişilerin sayısı gitgide azalıyor. Oysa bugün dünya yaratıcı güçlere her zamankinden çok gereksinim duymaktadır. Yaratıcılığı harekete geçirmek için felsefî düşünce eğitimi almış kişilere gereksinim var.”
Yine doksanlı yılların başında UNESCO’nun yürütmüş olduğu “Dünyada Felsefe ve Demokrasi” konulu araştırmadan sonra UNESCO da yapılan toplantının sonunda kaleme alınan bildirgeyi biliyorsunuz, sanırım. Biz onu Felsefe Kurumunun Bülteninde yayımlamıştık o zaman. Paris Felsefe Bildirgesinde şöyle deniliyor: “UNESCO tarafından şu günlerde düzenlenen Dünyada Felsefe ve Demokrasi konulu Uluslararası İnceleme Günlerine katılan bizler: Felsefenin uğraştığı problemlerin insan yaşamının ve varoluşunun evrensel problemleri olduğunu belirtiyor; felsefî düşüncenin insanla ilgili olayların anlaşılmasına ve insanla ilgili yapılanların yönlendirilmesine katkısı olabileceğine, ayrıca da olması gerektiğine inanıyor; hiçbir düşüncenin serbestçe tartışılmasını engellemeyen ve kullanılan kavramların tam tanımlarını ortaya koymaya, akıl yürütmelerin geçerliliğini sınamaya, başkalarının kanıtlarını dikkatle sorgulamaya çalışan felsefe etkinliğinin her insana bağımsız düşünmeyi öğrenmeyi sağladığını hesaba katıyor; felsefe öğretiminin açık kafalılığı, yurttaşlık sorumluluğunu teşvik ettiğini, kişilerin ve grupların birbirini anlamasına ve hoş görmesine yardımcı 6 olduğunu vurguluyor; felsefe eğitiminin düşünebilen, bağımsız, çeşitli propaganda biçimlerine kapılmayan insanlar yetiştirerek, onları çağdaş dünyanın büyük sorunları karşısında, özellikle de etik sorunlar karşısında sorumluluklar üstlenmeye hazırladığını bir kez daha dile getiriyor; eğitimde ve kültür yaşamında felsefi tartışmayı geliştirmenin her demokrasi için çok önemli olan, kişilerin yargıda bulunma yeteneğini çalıştırmakla yurttaşların eğitimine çok büyük katkılar yaptığını doğruluyoruz. Kendimizi bu amaçların gerçekleşmesi için kurumlarımızda ve ülkelerimizde elimizden gelen her şeyi yapmakla yükümlü kılıyor ve bu nedenle şunları ilân ediyoruz: - Her kişi her yerde, olabilecek her durumda, her biçimde felsefeyle özgürce uğraşmak hakkına sahip olmalıdır. - Felsefe öğretimi, yapıldığı yerlerde devam etmeli ve yaygınlaştırılmalı, yapılmadığı yerlerde başlatılmalıdır ve bu öğretime açık olarak 'felsefe' adı verilmelidir. - Felsefe öğretimi, bu amaç için eğitilmiş nitelikli öğretmenlerce yapılmalı ve ağır basan hiçbir ekonomik, dinsel, siyasal, teknik ya da ideolojik koşula bağımlı kılınmamalıdır. - Felsefe öğretimi bağımsız kalmakla birlikte, olabildiği ölçüde bütün alanların akademik ve meslekî eğitiminin çerçevesi içinde de etkili bir şekilde yapılmalıdır. Yetişkinlerin felsefi eğitimini sağlamak amacıyla dil ve fiat bakımından geniş bir okuyucu kitlesi için ulaşılabilir olan kitapların dağıtımı, radyo ve TV programlarının yapımı, görsel-işitsel kasetlerin hazırlanması, her türlü enformasyon teknolojisinin eğitsel amaçlar için fırsatlar yaratmaya ve olabildiğince çok sayıda insanın ayaklarını felsefe bilgilerine ve metotlarına basmasını sağlayabilmeye yönelik her türlü girişim teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.” İşte bugün burada yapıldığı gibi “felsefe etkinlikleri yapın” deniliyor. Paris Felsefe Bildirgesinin gereklerini biz yerine getirmeye çalışıyoruz. * Dünyada bu konu doksanlı yılların başında yeniden gündeme gelmişti. Türkiye’de ise, 1974 yılında felsefeyi dört duvarın dışına çıkarmak ve kişinin yaşamındaki önemini olduğu kadar toplumsal/kamusal yaşamımızdaki önemini görünür kılmak amacıyla Türkiye Felsefe Kurumunu kurduk. 49 yıldır gürültüsüz-patırtısız bu çalışmalara devam ediyoruz. Bugün yaptığımız bu toplantı, daha önce de İstanbul’da, İzmir’de, Harran’da yapılan bu gibi çalışmalar, Felsefe Olimpiyatları, düzenlediğimiz yüze yakın ulusal ve uluslararası düzeydeki kongre, seminer, yaptığımız yayınlar, 2003 yılında “XXI Dünya Felsefe Kongresi”ne yaptığımız evsahipliği Anadolu’da Felsefeye Yolculuk dizisi Türkiye’de bu süre içinde nereye geldiğimizin örnekleridir. Evet, önümüzde yürünecek uzun bir yol vardır. Türkiye’de bizlerin başlattığı ve süreklilik kazandırdığı bu çalışmaların –felsefe alanında bizi “çağdaş uygarlık seviyesi”ne getirmiş olan bu çalışmaların– felsefenin öneminin farkında olan gençlerimizden sürdürülmesini bekliyor ve onlara güveniyoruz."