Körfez ülkelerinde ‘Ilımlı İslam’ modeline geçiş hazırlığı

Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz’in girişimleriyle 13-14 Ağustos 2023 tarihlerinde İslami İşler, Davet ve Rehberlik Bakanlığı öncülüğünden düzenlenen ‘Küresel Dini Meseleler, Fetva ve Şeyhlikler İdareleri ile İletişim’ uluslararası bir konferans gerçekleştirildi.

Abone Ol

Suudi Arabistan İslami İşler, Davet ve İrşad Bakanı Abdullatif Al eş-Şeyh, Suudi Arabistan’ın belirlediği ‘yeni’ stratejiyle göre, İslam’ın fiilen yeniden yorumlanarak radikalizminden arındırılması ve buna bağlı olarak ‘ILIMLI İSLAM’ın ilkesel olarak benimsenmesi kararı alındı. 

Davet ve İrşad Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre ‘İletişim ve Bütünleşme"  anlayışıyla düzenlenen konferans, 85 ülkedena150 Alim ve müftünün katılımıyla Mekke’de gerçekleşti.  Toplantının dikkat çeken bir yanı da, katılımcıların ülkelerin üst düzey kurumlarının temsilen toplantıda olmalarıydı. Yani sadece İslam dünyasında akademisyenlerin yer aldığı entelektüel bir toplantı olmayıp, devletin üst yönetim organları adına ve toplumun alt katmanlarıyla doğrudan ilişkileri olan ‘din işleri’ gibi kurum temsilcilerinin katılmış olmasıydı.

Bakan Al eş-Şeyh, “İslamofobi, aklı kıt kişiler, İslam düşmanları veya İslam’ı temsil etmeyen bazı Müslümanlar tarafından istismar edilmiştir” değerlendirmesi yaparak, “radikalizmi yenmek için ülkeler ve halklar düzeyindeki farkındalıklara rağmen ancak ortak amacın ‘radikalizmin’ yok edilmesi olduğuna” dikkat çekti. Al eş Şehş, İslamin radikal yorumuna dikkat çekerek, bunu savunanların “Ilımlı İslam’a saldırmak, insanlar arasında çekişme, bölünme, ateizm ve radikalizm tohumlarını ekmek için kötü insanlar arasındaki bir işbirliği” olduğunu belirtti. Bakan, ülkesinin ‘bu yozlaşmış, habis kişi ve tarafları yok etmek için çalıştığını’ belirtmesi Arabistan’ın bu sürecin lider ülkesi olarak değişime öncülük edeceğinin mesajını vermiş oldu. 

Dünyanın değişik bölgelerinde gelen katılımcılar  “söz birliği ve gönül uyumu ile İslam dinini karakterize eden itidal yaklaşımına dönüşün önemini vurgulayarak, dinde radikalizm ve ateizmi reddedilmesi gerektiğine’ dikkat çekildi. Konferansta Radikal İslamcı gruplar tarafından gerçekleşen kanlı eylemlerin “İslam’a zarar verdiği ve yanlış algılanmasına yol açtığı” mesajını vermeye çalıştılar. 

Sorunun esası şu: Körfez merkezli Arap dünyasın neden böyle bir yönelim içine girdi? Kendi başlarına almış oldukları bir karar mı? Yoksa küresel dünyanın belirlediği stratejinin bir parçası mıdır?  

ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı Radikal İslam Stratejisi

İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, ABD merkezli geliştirilen “soğuk savaş” stratejisinin 1980’li yıllara kadar olan sürece etkileri ile İslami akımların gelişmesi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. 1947’de uygulamaya konan “soğuk savaş” planının amacı, Sovyetler Birliği’nin ekonomik, siyasi ve askeri olarak kuşatılarak etkisizleştirilmesine dayanmaktaydı. Özellikle Ortadoğu, Avrasya ve Balkanları kapsayan “soğuk savaş” stratejisinin, jeopolitik bakımdan en önemli merkezlerinden biri olan Türkiye, ABD için vazgeçilmez bir ülkeydi. Türkiye dahil bütün Ortadoğu’nun siyasal, dinsel ve tarihsel yapısı dikkate alınarak, Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılan İslam, “soğuk savaş” sürecinin en önemli ideolojik silahlarından biri haline getirildi. ABD tarafından belirlenen ve uygulanmaya konulan ‘Yeşil Kuşak Stratejisi’nin temel politik tezi : ‘Komünizme karşı din’ ilkesiydi.

Rusya’daki Amerikan Büyükelçisi 1946’da şunları söylüyor; “Manevi hayatımızı devlet adamlarından ziyade, büyük din adamlarının kılavuzluğuna borçluyuz… Düştüğümüz manevi buhrandan çıkmamız, atom bombasının, dini ve siyaset adamlarının omuz omuza çalışmalarıyla mümkün olabilir. Stalin’i durdurmakla iş bitmez. Tanrı’dan başka efendi tanımayan biz Amerikalılar… Bu mücadelede kullanılacak en meşru silah, manevi bir kuvvet olan dindir… Musa, Buda, Konfiçyus, Muhammed, ayrı ayrı yollardan bizi ışığa çıkardılar. Düşmanımız Komünizm Tanrı’yı inkar esası üzerine kuruludur. Din, komünist diktatörlüğü yok edecek ilahi kudrete sahiptir…” ABD’nin, Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği politikanın merkezinde din faktörü esastan belirleyiciydi.

CIA’nın emekli ajanlarından Füller, “dine başvurma zorunluluğu” adlı değerlendirmesinde şunları söylüyor; “Dünyada hiçbir lider, ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne de Gandi sonsuza kadar yaşayacak ürün vermemişlerdir. Oysa İncil ve Kuran veriyordu. Liderler ölüyor, önce bedenleri, sonra da zaman içinde düşünceleri siliniyordu. Oysa Kur’an ve İncil yaşıyordu…” CIA’nın politik hedefi öylesine belirginleştirilmişti ki, din bütünüyle politik mücadelenin en önemli araçlarından biri haline getirildi. 

Amerikan eski Dışişleri Bakanı Dulles, 1956’da Sovyetleri din faktörü ile tehdit etmekteydi: “Din ile siyaset birbirinden ayrılmaz. Dünya meselelerini halletmek hususunda seçeceğimiz yol, dini görüştür. Ümit ediyoruz ki Sovyet liderleri iş işten geçmeden Allah fikrine bağlılığın vatanperverliğin beşeri haysiyet ve vakarın daima kalplerde yaşayacağına inansınlar…” ABD’nin dış politikasında ‘din’ vazgeçilmez bir araçtı. Özellikle ‘sosyalist’ dünyaya karış yürüttüğü ideolojik ve politik mücadelenin en büyük ‘atom bombası’ dindi. 

Radikal İslamcı Örgütler, ABD’nin İslam Politikasının bir parçası oldu

Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’ı işgal etmesine karşılık ABD, bütün ekonomik ve askeri gücüyle radikal İslamcı örgütleri destekledi. ABD’nin önemli jeo-politik stratejisyenlerinden Brzezinski;  “Bana öyle geliyor ki, şu an en önemli şey Sovyetler’e karşı İslâmi bir ittifak oluşturulmasıdır…” ABD, hem doğrudan hem de Arap ülkeleri  aracılığıyla -özellikle Pakistan– İslamcı örgütlere aktif destek sundu. Değişik Arap ülkelerinden binlerce İslamcı mücahidi Afganistan’da, ‘İslam adına savaşması’ için teşvik etti. ABD’nin bu politikasını F. Gerges şöyle açıklıyor : “Soğuk savaş koşulları için Reagan yönetiminin İslâmcı mücahitler topluluğuna destek vermesindeki gerekçelerin ortaya konulması gereklidir. Reagan’ın durumu, tıpkı 1950 ve 1960’lardaki seleflerinin durumunda olduğu gibi, “şer imparatorluğu” adını verdiği Sovyetler Birliği ve onun üçüncü dünyadaki destekçileriyle savaşmak için Amerika ile diğer İslâmî gruplar ve Afganistan, Suudi Arabistan, Pakistan gibi ülkelerle ittifaklar yapma yoluna gitmek şeklinde olmuştur…”

El-Kadie ve lideri Bin Ladin, bu tarihsel sürecin bir ürünü olarak, ABD tarafından yetiştirilmiş ve desteklenmişti.  Irak ve Suriye’de faaliyet yürüten El Nusra, IŞİD ve Heyeti Tahrir Şam gibi radikal İslamcı Örgütler, ABD’nin belirlemiş olduğu ve uzun yıllar uyguladığı ‘İslam Hilali’ stratejisinin bir sonucuydular. ABD’nin dönemsel politikaları gereği, hemen hemen bütün radikal İslamcı örgütlerle ilişkiler kurdu ve onlara önemli ekonomik, politik ve askeri olanaklar sundu ve bugünkü radikal İslamcı örgütlerin küresel bir güç olmalarını sağladı.

ABD’nin 21.yüzyıl Stratejisi; Radikal İslam’dan Ilımlı İslam’a


1985 yılından itibaren Sovyetler Birliği eksenli oluşan blokun dağılmasından sonra, ABD kendisini dünyanın tek süper askeri gücü olarak ilan etti. Özellikle Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını bir bütün olarak denetim altına alarak rakiplerine karşı tam bir üstünlük sağlamayı planladı. Bunun içinde, öncelikli olarak kendileri tarafından çok aktif olarak desteklenen Ortadoğu’da askeri ve politik krizin önemli merkezleri haline gelen ‘radikal’ İslamcı hareketin tasfiyesini gündemine aldı. Mart 1990’da, Amerikan Temsilciler Meclisi’nin yayınladığı bir raporda, “İslami canlanışın her geçen gün güçlenmesi gerçeği ile bölgeden çıkarılan petrolün Batılı ekonomiler için vazgeçilmez önemi birleştiğinde, Ortadoğu konusundaki çekişme, İslâmî uyanış ile Batı dünyası arasındaki karşılaşmayı ölüm kalım mücadelesi haline gelmektedir.” diyor.
 
ABD’nin 1990’lardan sonra, bölge coğrafyasında gelişen ve Müslüman toplumunu ciddi oranda etkileyen anti-amerikancılığa karşı geliştirdiği askeri politika ; ‘öncelikli saldırı stratejisi’ oldu. Bu nedenle ABD, “süper güç” olduğunu göstermek için “yeni düşmanlara” ihtiyaç duydu. Böylelikle daha önce yetiştirip kullandığı ‘köktenci/radikal’ İslamcıları ‘terörist’ olarak tanımlayıp düşman ilan etti. A. Lake, “Savaşmak için yeni bir düşman ideoloji arayan Amerika’nın hâlihazırdaki tek süper güç olması sebebiyle, İslâm üzerine yeni bir ıslah hamlesinde başı çekmeye kendini odaklaması gerektiğini” vurguluyordu.

ABD’nin küresel stratejisinde etkin olan Yeni muhafazakârların(neo-muhafazakârlık veya neo-con)  ileri sürdükleri önemli tezlerin başında ‘medeniyetler çatışması’ geliyordu. Bunun için Ortadoğu’da geliştirdikleri “radikal İslam’ bu kez tersten yok edilmeliydi. Gerektiğinde bölge coğrafyasının mevcut sınırları ‘yeniden çizilmeli’ ve ABD’nin ihtiyaçlarına yanıt veren ‘ılımlı İslam’ı esas alan ‘yeni’ İslam devletler kurulmalıydı. Dahası başta Suudi Arabistan olmak üzere şeriatla yönetilen körfez devletlerinin yönetim biçiminin ‘Ilımlı İslam’ olarak benimsemeleri gerektiğine dair politikanın yaşama geçirilmesi kararı alınmıştı. Clinton, Bush ve Obama yönetimlerinin dış politikasının ana unsurunu bu politik bakış açısı oluşturmaktaydı.  ‘Ilımlı İslam’ devlet modelleri ABD’nin dış politika stratejisinin en önemli hedeflerinden biri olmaya devam ediyor. Radikal İslam’ın yok edilmesi ve bunun alternatifi olarak da “ılımlı İslam” politikasının bölge ülkelerinde de yaşama geçirilmesinin alt yapısı hazırlanmaktadır. 

ABD’nin Ortadoğu politikası uzmanlarından ve eski bürokratlarından Lake,  bu stratejiyi şu cümlelerle açıklıyordu: “Bizim hedeflerimizin en önemlilerinden olan serbest pazarın oluşumu, demokratik alanın genişlemesi ve kitle imha silahlarının yayılmasına belli sınırlar getirilmesi gibi konularda bizimle tamamen aynı düşünen ılımlı Ortadoğu devletleri kurmaktır.”

Ilımlı İslam’ın Lideri Veliaht Prens Salman

ABD’nin bugünkü İslam dünyasında izlediği politik strateji dikkate alındığında, Ortadoğu’da “ılımlı İslami devletlerin” yaratılması “İslamcı teröre” karşı bir önlem olarak düşünüldüğü gibi 
Suudi Arabistan’ın bütün körfez ülkeleri adına böyle bir arayışa yönelmesi, küresel dünya sisteminin belirlediği 21.yy stratejisinin önemli bir halkasıdır.   Fiilen bir darbe yaparak iktidarı ele geçiren Veliaht Prens Salman’ın liderliğinde, ‘Ilımlı İslam’ın başta Suudi Arabistan olmak üzere Ortadoğu İslam devletlerinde uygulanması için gerekli bütün planlar uygulanmaya Bu nedenle ‘Ilımlı İslam’ politikasının arka planı çok daha kapsamlı ve geniştir. 

Veliaht Prens Salman belirlenen bu plan dâhilinde, S. Arabistan’da devlet biçimi olarak egemen olan ve esasen dünya çapındaki Radikal İslamcı örgütlere ilham veren Vahabi doktrininin Selefi radikal yorumunun aşamalı olarak terk edilerek ve şeriatın yeni bir yorumu olarak ‘Ilımlı İslam’ın yaşama geçirilmesi için adımlar atmaya başladı. Devlet televizyonunda yapmış olduğu bir değerlendirmede, Suudi Arabistan’ın özellikle 1970’ler öncesi İslami yaşam tarzına dönmesi gerektiğini belirtiyordu. Bunu aslında pozitif bir yaklaşım olarak dile getirdi. 1970’lere kadar Suudi Arabistan’da bugünkü gibi şeriat yönetiminin çok katı kurallarla yönetilmediği belirtiliyordu.   

Suudi Arabistan yönetimi, küresel dünyanın ekonomik, politik ve stratejik güç ilişkiler bakımından yeniden tanımlandığı bir dönemde, dünya sisteminin önemli bir parçası olmak istiyor. Bunun için oldukça katı olan şeriat kurallarının ve yönetim biçiminin aşamalı olarak değiştirilerek ‘Ilımlı İslam’ politikasını yaşama geçirmeyi hedefliyor. Bunu yaparken bütün Arap veya İslam dünyasını sürece dâhil ederek, liderlik rolünü tescil etmek istiyor.

Mekke’de yapılan toplantı, sadece devletlerin yönetim biçimi değil esasen İslam dünyasındaki toplumsal değişime yönelik bir hazırlık olarak tanımlandı. Bu politikanın 2030’lu yıllardan itibaren etkin kılınarak hem devlet yönetimlerinin hem de toplumsal yapıların buna göre yeniden organize edilmesi planlanmaktadır. 

Yakınımızda yani İslam dünyasında sessiz ama son derece ciddi gelişmeler yaşanmaktadır. Bunların Türkiye’ye yansıması nasıl olur? Üzerinde durulması gereken son derece önemli bir konudur.