Martın başlamış olmasıyla birlikte 8 Mart için düzenlenen etkinlikler, eylemler, kampanyalar, afişler, çağrılar tekrardan kafamızı çevirdiğimiz her yerde. Bu aynı zamanda benim için de yılın en sevdiğim tartışmasının zamanı geldi demek. Sınırlandırılıyor, sömürülüyor, şiddet görüyor, sokaklarda öldürülüyoruz; sebebin sadece cinsiyetimiz olması ise öfkenin yönünden sapıp “kadın” olmayanlara saplanmasına yol açıyor. Bu safları bölmek demektir.

5 Şubat 2020 tarihinde Ankara Goethe-Institut tarafından ev sahipliği yapılan bir film & panel tartışması etkinliğinde Barbara Miller’ın #Kadının Hazzı belgeselinin gösterimi gerçekleştirildi. Panel konuşmacılarından birinin de belirttiği gibi sanat aslında bizi iyileştirmesi için değil, bir araya getirmesi için sahnedeydi, etkinliğe gösterilen yoğun ilgi bir kez daha bu birlikteliği hatırlatması ile umut vericiydi. Belgesel, ait oldukları ataerkil toplumlar ve dini cemaatlar tarafından dayatılan sessizliği bozan 5 cesur, zeki ve kendi kaderini tayin edebilen kadının portresini çiziyor. “5 kadın 5 ayrı hikaye, yine dönüp dolaşıp geldiğimiz aynı yer oluyor, anlatılan bizim hikayemiz” diyordu kendini erkek olarak tanımlayan ve bundan dolayı bu platformda konuşmanın pek de haddi olmadığı ‘farkındalığını’ yanında taşıyan bir konuşmacı. Erkeklerin bizim adımıza konuşmasından sıkıldık, ama bu ne zamandır kendi adlarına konuşamayacakları anlamına geliyor? Hepimizin adına konuşmaya kalkan patriyarkaya karşı verilen mücadelede erkeklerin farklı erkeklik hallerinin onları nasıl sınırladığı, baskı altına aldığı, belirlediği gibi konular üzerine düşünmesi (ve konuşması) hegemonik erkekliğin dışında onları elleri temiz suç ortağı erkekliğin konforundan da çekip çıkarabilmemiz için oldukça önemli. Elbette bunu savunurken kulağa tatlı gelen söylemlerin geldikleri yerlere dikkat etmek ve gerçekliğin farkında olmak gerektiğini inkar etmiyorum. Aynı salonda karşımıza her an ananelerden, bunu yine birbirine yapanın kadınlar olduğundan, düzeltenin de kadınlar olacağından, her şeyin içinden annelerin oğullarını nasıl yetiştirdikleri ile çıkabileceğimizden bahseden ‘erkekler’ çıkacak. Sadece burada söz konusu olan onlar aracılığıyla konuşan ataerkinin ta kendisi. Bu yüzden meydanlara çıktığımızda yanımızda istemediğimiz şey ‘erkeklerin desteği’ olmalı, ‘erkeklerin kendileri’ değil. Öte yandan ikili cinsiyet söylemi feminizmin kendi içindeki en büyük meydan okuma alanlarından biri. Salon kendini tartışmaya kaptırmışken söze giren bir dinleyicinin geldiğimiz noktada bu tartışmayı hâlâ ikili cinsiyet temelinde şekillendirmenin ne kadar isabetli olacağı üzerine yaptığı bir uyarıyla birlikte konuyu bu açıdan irdeleme fırsatı da edinmiş olduk. Tarihi süreçte bu söylem biçimi şüphesiz feminist hareketin hak kazanımlarını belirlemesinde işlevsel bir yere sahip olmuştu. Ancak bugün feminist hareketinin kendini bu ikili cinsiyet söylemi kıskacından kurtarması gerekiyor. Gücün alınacağı zeminin çoğullaşması için gösterilen muhafazakar tutumun bir kenara bırakılması elzem. Çünkü patriyarka tarihi olarak çok köklü bir hasım. Hegemonik erkeklik dışında başka bir alan bırakmayan bu baskınlık bir şekilde ezdiği ve kendi içinde yer tanımadığı ötekilerin de birbirini ötekileştirmesi ile kapsadığı alana konuşlanmaya devam ediyor. Ne kadar şekil değiştirmiş olduğu önemli değil. Benim diyeceğim o ki karşısına farklı kollardan ama aynı zamanda bölünmeden çıkabilmek sizce de daha güçlü bir el değil mi?