Akıllı telefonların atası sayılan Blackberry’ler ve onların mail geldikçe yanan -ve asla sönmeyen- kırmızı ışığı ile hayatımıza giren ‘her yerden, her daim çalışma’ Covid-19 ile yeni bir sürece girmiş görünüyor. Ziller 7/24 ulaşılabilir olmanın verdiği can sıkıcı azapla ‘normalleşmeyi’ özleyenler için çalıyor. -“24 saat ulaşılabilir olmuşum gibi bir his içindeyim. Müşteriler her istedikleri an toplantı koymak, konferans istemek gibi bir hakka sahip oldu. Bir telefon kapanmadan diğerinden davet geliyor… Uygunluk sorulması gibi bir adet yok, 60.güne yaklaşırken, depresyona gireceğim diye endişelenmeye başladım…” -“Eskiden en azından kahve molaları, arada beyin boşaltıcı sohbetler ettiğin iş arkadaşlarım vardı. Şu anda sabah bilgisayarın önüne oturuyorum, akşam nasıl oluyor anlamıyorum. Yerimden tuvalete bile gidecek zamanım yok hissi içindeyim.” Her iki görüş de yönetici olan arkadaşlarıma ait…Her ikisi de geniş sayılabilecek ekipler yöneten özel sektör çalışanları… Bugünlerde herkesten duymaya alıştığım bu serzenişler gösteriyor ki Covid-19 süreci ‘evden çalışma’ konusunu farklı bir boyuta taşıdı. Daha doğrusu ‘evden çalışma tam olarak bu değil’ diyebileceğimiz bir sürece evrildi. Zaten sorunlu olan iş-özel hayat dengesi özellikle beyaz yakalı çalışanları teknolojik bir kabusla karşı karşıya getirdi. 10 yıla yakındır dünyanın dört bir yanındaki kurumlara danışmanlık veren bir profesyonel olarak gördüğüm çarpıklıklar karşısında şaşkınım. Bu süreç sonunda kapitalizmin getirdiği çalışma biçimlerini sorgular mıyız, tünelin ucunda daha insanca bir çalışma düzeni görür müyüz derken ‘lütfen iş yerlerimize dönelim, her şey eskisi gibi olsun’ diyen bir iş gücü ordusu ile karşı karşıya kaldık. Başka bir dünyanın mümkün olmadığına inandırılmış insanlar normalimiz dedikleri eski düzenden medet umar hale geldiler. Beyaz, mavi demeden her türlü çalışanın düzen karşısındaki çaresizliğinin yüzümüze ayna ile tutulduğu, olayları tam da olduğu gibi gördüğümüz bir dönem. Teknolojinin, robotların, yapay zekanın insanların işlerini kolaylaştıracağı, kendilerine daha fazla zaman ayırmalarını sağlayacağı gibi bir çok argümanın gözümüzün önünde bu denli hızlı çürüdüğü bir dönem olmuş muydu emin değilim... Başlarda yapılan ‘kapitalizmin maskesi düştü’ değerlendirmeleri de yerini eski düzene düzülen methiyelere bırakmış görünüyor. Özel hayat ile iş hayatı arasındaki sınırların silikleşerek, adeta yok olmasına tanıklık ediyoruz. Teknolojinin gelişmesiyle kişisel sınırların buharlaştığı, her daim ulaşılabilir, çalışabilir olduğu sanrısını yaşayan çağın insanı zaten kendisine bahşedilen tatillerini ‘inziva’, ‘ulaşılamaz bölge’ gibi yerlerde yoga ve meditasyon ile geçirir olmuştu, Covid ile kaçacak son deliği de tıkandı. Her segment için başka sorunlarla karşıyayız. Mesela çalışan çocuklu anneler için ‘iş’ eskiden bir soluklanma alanıyken, şu anda bir yanda günde 3 öğün yemek yapmak, temizlikle uğraşmak aynı anda sayısız telekonferans çağrısına cevap vermek zorundalar.

ARTAN ANKSİYETE ÇALIŞANI ZORLUYOR

İnsanlar arasındaki azalan yüz yüze iletişim anksiyeteyi daha da körükler nitelikte. Çalışanlar sürekli işten çıkarılma, performans endişesiyle daha ‘verimli’ olmaya çabalarken, kendine güven sıkıntıları ortaya çıkmaya başlıyor. Patronun bir kaş kaldırması, bir mimiği ile yaşayanlar, onu bile görmemekten mustarip özetle. İşlerini kaybetmeyerek şanslı olduklarını kendilerine sürekli hatırlatan kurumsal mailler, nedense maaşınıza zam beklemeyi aklınızdan bile geçirmeyin diyerek bitiyor. Ölümü görüp sıtmaya razı edilen bir çok çalışan için ‘evden çalışma’ çoktan kabusa dönüştü. Bu tip hak gasplarını engellemek, daha dengeli bir ‘evden çalışma’ için ileride belki bir takım regülasyonlar göreceğiz belki ancak bununla ilk karşılaşan kuşağın uğradığı haksızlığın bir telafisi olmayacak.

ÇARPIK DÜZEN İYİCE ÇARPILDI

Oysa evden çalışmanın da ofiste çalışmaktan farkı yok. Saygı ve karşılıklı kabul doğrultusuna ayarlanan toplantılar, iş saatinden sonra çalmayan telefonlar, eğer uzayacaksa fazla mesai ödenmesi gibi kavramlar mevcut, en azından dünya standardı böyle... Bizim zaten çarpık olan düzenimiz Covid-19 ile karşılaşınca ortaya çıkan garabetin bedelini ödüyoruz. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) 2018 verilerine göre Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında haftalık ortalama çalışma saatinin en uzun olduğu ülkeler arasında birinci sırada yer alıyordu. Covid sürecinde bu rakamın yükseldiğine şüphe yok. OECD’nin verilerine göre Türkiye’de haftada ortalama çalışma saati 47,7 saati buluyor. Hatırlamakta fayda var: İş Kanunu'na göre haftalık çalışma süresinin yasal sınırı 45 saat. Ülkelerin bu konuda yaptığı hazırlıklar, regülasyonları izlemek mümkün. Mesela Fransa'da çalışanlar 2017 yılından beri mesai saatleri dışında iş e-postalarına bakmak zorunda değiller. Yine Alman otomotiv şirketi Daimler'de başlatılan uygulamayla çalışanlar tatildeyken, ofis dışında olduğuna dair otomatik cevap gönderme yerine, mesajların otomatik olarak silinmesi seçeneğini tercih edebiliyor. Bizde ise freni çoktan patlamış bir ekonomiyi düzeltmek adına üzerimize boca edilen ‘normalleşme’ körü öldürüp badem gözlerini bize özletmeyi amaçlıyor.… Çağın insanı dört bir taraftan yediği darbeleri savuşturmak için eski mutsuzluğuna razı geliyor.

ALIŞVERİŞE KOŞMAYI BEKLEMEK

Sanırım en acıklısı da öncelikli ihtiyaç olarak görülen ve kapılarını açmaları önceliklendirilen AVM’lere koşacakları günleri iple çekenler. AVM’ler sayesinde girdikleri kapanların farkında bile olmayan, dört gözle kredi kartlarını kullanarak bilmem kaç taksitle alışverişe koşmayı bekleyenler…. Bilmem hatırlatmaya gerek var mı? 2019 ocak-ekim döneminde toplam 1 milyon 316 bin kişi bankalara olan tüketici kredisi ve kredi kartı borcunu veya her ikisini birlikte ödeyemediği için bankalar tarafından icra takibine alındı. Böylece bir önceki yılın aynı dönemine göre icra takibine alınanların oranı yüzde 11.4 arttı. Korona sürecinin bu rakamları katladığına şüphe yok. Olmayan parayı harcatmak ve hane halkının giderek saplandığı borç batağını derinleştirecek gelişmeler bunlar… Aksu Bora’nın Birikim Haftalık’a yazdığı konuya dair yazıyla bırakıyorum kalemi… “Corona sonrasına dair bütün öngörüler, insanların önemli bir kısmının hayatını kazanamaz hale geleceğini söylüyor. Ekonomik daralma ve işsizlik. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde sık sık dile getirildiği gibi, sömürülmek bile bir ayrıcalık halini alacak yani. Kapitalizmin ne iş gücü ordusuna ne de yedek iş gücü ordusuna ihtiyacı kalacak. Dolayısıyla, çalışmanın reddi, iş saatlerinin kısaltılması talebi, çok eskilerde kalmış, bulanık bir anıya dönüşecek. Dönüştü bile. Home ofis denen çalışma düzeninin nasıl bir “ev kadınlığı” haline geldiğini, mesai kavramının çalışan aleyhine ortadan kalktığını hızla gördük. Uzun çalışma saatlerinden yakınan işçiler bir anda kendilerini işsiz (ya da ücretsiz izinde) buluyorlar…” Korona en azından hak ettiği insanca yaşamı ve çalışma dengesini istemenin veya sürekli işin yüceltildiği bir yaşamı seçmenin de bizim elimizde olduğunu düşündürtüyor. Körün ölüp badem gözlü sayıldığı bir düzeni özleyerek razı geldiğimiz sıtmayla nihayete erecek ömürleri seçmek ya da seçmemek. İşte bütün mesele. Not: İlgilisi için Hergüner Avukatlık bürosu tarafından hazırlanan COVID-19’UN İŞ HUKUKU KURALLARI VE UYGULAMALARINA ETKİSİ raporu bazı konulara ışık tutması açısından önemli