Roman, hikâyelerden oluşur ve romancının sanatı basittir. Her roman başka bir hikâyeyi anlatır. Romancı, insanların tarihçisi de olabilir. Tabii, roman ile romansları birbirine karıştırmamak kaydıyla. Romans; “gerçek insan” yaratmaya çalışmazken, roman; kişiseldir ve gerçeği kurmacayla -görülmesi zor çizgilerin birleşimiyle- bütünleştirmeye çalışır. Bu bütünleşmeyi kısa bir tanıtım yazısı olmadan Selim Temo’nun “Çiftlere Cinayet Dersleri”riyle aktarmaya çalışacağım.

Romanın özet ve olay örgüsünü anlatmaya uzun bir yazı olma endişesi taşımadığım ve yazmaya gerek duymadığım için gizemlerden oluşan hikâyeleri yazarın, birinci kişi ağzıyla (Mahmut Seven’le) nasıl bütünleştirildiğiyle başlayabiliriz. Forster, esasen olay örgüsünü şöyle özetler: [“ Kral öldü, arkasından kraliçe de öldü’’ dersek, öykü olur. “Kral öldü, sonra üzüntüsünden kraliçe de öldü” dersek olay örgüsü olur. “Kraliçe öldü, nedenini kimse bilmiyordu; sonradan anlaşıldı ki kralın ölümüne duyduğu üzüntüden ölmüş” dersek bu da içine gizem katılmış bir olay örgüsü olur.] Bu çözümlemeyi Çiftlere Cinayet Dersleri adlı romanda karakterle ilgili bilinmeyenlerin, kurmaca özelliklerinden yüzünün, sesinin, mimiklerinin bir yere oturtamadığımızı ve en önemlisi romanın sonunu merak eden okuyucunun hâlâ yazarın amacının ne olduğunu bilmemesi okuyucuyu keyifli bir dinleyici konumuna sokar. Tabii bunu okuyucuyu kızdırmak pahasına da olsa olay örgüsünü içine gizem katılmış bir hâle getirir. Tam da bu nokta da yazarın, metni kurgusal bir biçimde ne derece ele aldığı sorunudur. Yazarın tekniği ve biçimi iyi bildiğini okurken anladıysak romana aktaramadığını da söylemek yerinde bir tespit olur. Elbetteki yazarın 25 yaşında yazması önemli değildir. Önemli olan kısa sürede çalışılmamış bir metin ortaya koymasıdır ki bu da romanın kusurlu olduğunu gösterir. Kurmaca karakterinin gerçek dünyada var olan kişiler olmadığı ve kurmaca olanın uydurulmuş olduğunu bildiğimizi var sayarsak Çiftlere Cinayet Dersleri’nin bütününde kurmacanın gerçeklikle bağdaşan bir biçimde yazıldığını görmemiz mümkündür. Çünkü Mahmut Seven karakterinin Cebeci mahallesinde oturma ihtimali her ne kadar gerçekse veya gerçeğe yakınsa yerde bulduğu biletle otobüse binmesi de bir o kadar kurmacadır. Bu özelliği de yazarın Cebeci mahallesinin sıradanlıklarını tuhaf/aykırı olay örgüsüyle bertaraf edip kurmacadaki aksaklığı telafi etmesiyle örtüştürebiliriz. Daha güçlü bir gerçeklik hissi yaratmak isteyen yazarı, A.Ç.F gibi sahte kaynaklara başvururken yakalarız. Yakaladığımız bu tekniği Scott veya Scott’an öğrenen Manzoni’den esinlendiği ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Göz ardı ettiğimiz ya da görmemiz gereken Mahmut Seven karakterinin Berna Osmanoğlu ile olan ilişkisinin bilinç akışıyla kesilmesi doğru olabilir ama bağlantıyı iyi kurmak gerektiğidir. Yazarın bu bağlantıyı tam anlamıyla kuramadığı, olaylarda bir kopukluk olduğunu yani, geçişlerde romanı sorunlu hâle getirdiği tespiti yerinde olacaktır. Roman kum saati gibi yazılmadığı ve karakterlerin de gerçek yaşama bütün yönleriyle benzemeyeceğini/benzemediğini gösteren Temo, okurdan zekâ ve bellek bekler. Bu tür romancıların hafızayla bir meselesinin olduğunu ve boşlukları okuyucuyla tamamlamak isterler. Bu mümkün mü? Belki. Çiftlere Cinayet Dersleri romanına cinayet kavramından/olayından hareketle bir polisiye demek veya ironiyi; bilinç akışı ve metinlerarasılık ile süsleyerek -hah ha ha… kahkahasına sığdırıp postmodern diyebilmek için birtakım sembollere ihtiyaç duyulabilir. Evet, bu sayılan özelliklerin hepsi de romanda var. Bunun dışında ise güçlü bir tenkit var. Bütün bu özellikleri matematiğin dört işlemiyle hesapladığımızda karşımıza net bir sayı/tür çıkmaz. Bu da okuyucunun metnin türüne vereceği cevabı da bir bakıma zorlaştırır. Bu gerekli midir? Yazarın metni okura nasıl sunacağıyla alakalıdır belki de. Romanı ilginç kılan bir özellikten bahsetmeden bu yazıyı tamamlamış olamazdım. Alışılmış tabuları hayat kadını yerine hayat erkeği (jigolo) koymak ve bunu baş karakter yapmak da cüretkâr bir tavırdır. Henry Milller’in “Seksus” adlı kitabında Val karakteri Bill Woodruff’un karısı olan Ida’yla cinsel ilişki yaşar ve bunu yaşarken kadına ilişki esnasında aşağılayıcı bir şekilde davranır. Bu örneklerin birçoğunu roman dışı türlerde/sinemada da çokça görebiliriz. Temo, Mahmut Seven karakterinin Berna Osmanoğlu ile cinsel ilişki yaşadığı anlarda tıpkı Val gibi aşağılayıcı bir tavra girer ve bundan haz alır. Bu, bizi şu sonuca götürür: Kadın para alan veya veren olsa dâhi her iki durumda da egemen gücün/erkeğin karşısında aşağılanır. Burada “gerçekliğin ustası” kavramı vardır. Bu kavramı romanı okurken keşfettim. Nitekim gerçeklik ispat edilerek gerçek olmaz. O zaten ispatlanmıştır. Nitekim yazar, bu durumu, şu sözlerle ifade ederek gerçekliğin ustası rolünü üstlenir. “Sapkın olduğumu düşünmeniz sizin sorununuz, ama bana yeteni aldıktan sonra doğruldum.” Korkarak karakter yaratmaz romancı. Yaratmak istediğini toplumun aksine romanın çıkarına göre yapar. Ne yani! Yazar, okuyucunun sapkın deme korkusuyla yazmasa mıydı, sahte mi olsaydı! Kurgunun da bir gerçeği, bir bütünlüğü var. Bunu görmek gerekir. Karakterin bu özelliği demin de ifade ettiğim gibi cüretkârdır ancak romanın bütününe baktığımızda karakterler eksik bırakılmış, zayıftır. Karakterin içsel/dışsal özelliklerini ve olaya bakışının analitik sürecinin iyi işlenmiş olması romanı bu yönden başarılı kılabilirdi. İnsanlar bir eseri, kurmaca olduğu için, ahlâki olarak önemli düşünceler sunduğu ve kurmaca olmasa da incelikli yazıldığı için edebi görebilir. Edebi gördüklerinin pratik bir amaca hizmet edip etmemesi önemli değildir. Yani, edebi bir metinde en çoğulcu kurmaca yazarlarına göre bile vibratör kurmacanın parçası olmayabilir fakat farklı işlevle anlatılması kurmacaya ampirik kategori olarak dahil edilmesine engel değildir. Burada önemli olan mantıktan ziyade günlük bir akıl yürütmedir. Bunun da biçimcilerin edebiyat değil de edebilik tanımlanmasıyla karşılaştırma konusunu ortaya çıkardığını görebiliriz. Bunu da şöyle bir samimi bir ifade biçimiyle açıklayayım: Yazar, karakteri, Mahmut Seven’i, bir jigolo yapar ve roman boyunca Mahmut Seven konuşur. Konuştukça da sözlerinden, özellikle cinsel ilişki anında kurduğu ve açıkça dile getirdiği aşağılama Berna’ya değil, karakterin bizzat kendisine söylenmiş sayabiliriz. Evet, Berna Osmanoğlu’nu aşağılıyor, hatta evine geldiğin de bir daha gelmemesi için yine aşağılıyor. Aşağıladıkça kendisinin aşağılık olduğunu ve hayatı boyunca aşağılandığını yansıtma yoluyla sezdiriyor. Peki, bu, bizi “Yeraltından Notlar’’ kitabındaki Dostoyevski’nin birinci kişi ağzıyla anlattığı, kimilerine göre kendisinin başkarakter olduğu, Liza’nın evden kovulmasına götürmez mi? Kesinlikle, götürür. Hatta sahne aynıdır da demek mümkündür. Yoksulluk, felsefik konuşmalar, evin durumu, kadının aşağılanıp kovulduğu … Sanırım tek fark orospunun farklı cinsiyette olmasıdır. Bu kitaplardaki karakterler, yaşamla bağını koparan, sakat kişilerdir. Bunları toplum içinde her anımızda görmemiz mümkündür. Belki de bütün insanlar artık sakattır. Bunları romanlarda görmektir asıl gerçeklik. Karakterin başına gelenler, herkesin başına farklı şekilde gelir, bu da bir kurmacadır. Temo, Çiftlere Cinayet Dersleri romanında biz okuyucuya düşünmek ve olayı tartışmak için söz hakkı vermez. Halbuki okuyucuyu romana katmak gerekli bir vaziyettir. Bu sinemada da böyle değil midir? Hollywood ve Bollywood filmleri çok hızlı akar ve gider. Yönetmen, istediği mesajı izleyiciye sorgulatmadan aktarır. İzleyici, her saniyede geçen yirmi dört kareyi yönetmenin anlatmak istediği gibi anlar. Ama sinematografik eserler öyle değildir. Yavaş yavaş akar, gider, sorgulatır ve düşündürür. Tabii, bazen de uyutur. Katarsis meselesini yapmak da yönetmene ve elbetteki yazara bağlıdır. Buna söyleyecek sözümüz olmaz. Son bir fikir olsun: Romanı iyi metne dönüştüren özelliklerin fazlaca yapıldığında kötüye de dönüştürme ihtimalini unutmamalıyız. Hatta romanı zevk alma stratejisinden de uzak tutmamalıyız. Wittgenstein’a göre mış gibi yapmak ve o şeyi gerçekten yapmak arasındaki ölçüleri bilmek gerekir. Yani, ayrılık acısı çekiyormuş gibi yapan birinin, kavuşmayı deneyen ama ayrılık acısını ölçütlerini yerine getiremeyen biri olmadığını söyler. İşte, bunu uygulama biçimi çok önemlidir. Bir şeyin kavramını idrak etmek onun gerçek varlığından bağımsız olmalıdır. Tam da bu doğrultuda kurmaca kişileri yaratmadaki ölçütleri kendi eksenimizden çıkararak mış gibi yapıp bilmek gerekir. Esasen bilmemek zordur. Temo’nun romanındaki aksaklıklar bu doğrultuda okunursa görülecektir. Yazarın bu romanı kaç yaşında ve kaç günde yazdığının hatta bir ödüle layık görüldüğünün yukarıda çözümlemeye çalıştığım özelliklerden çok daha önemli olduğunu düşünmüyorum. Çünkü edebi bir metin bunların çok ötesinde olmalı. Zaten yazarının da böyle bir kaygıda olduğunu zannetmem. Yapmış olduğu göndermeler bunun açık bir delilidir.