İzmir’ime kocaman bir geçmiş olsun dilerken, bu depreme dair Elif ve Ayda’nın kurtuluş hikayeleri hepimizin aklında kalacak. Şükür ki yaşıyorlar. Peki, Elif ve Ayda’nın enkaz altında kimliği belli olacak şekilde görüntülerinin defalarca paylaşılması çocuk ruh sağlığı ve çocuk hakları açısından uygun mudur? Bu haftaki yazımda, bir psikolog olarak bunları irdeledim. Okuyalım.

Yine deprem, yine acı… Yine sönen ocaklar, yine yarım kalan hayatlar… Yine ihmaller, yine saatler sonra gelen mucizeler; uykusuzca bekleyişler. Norveç’e gelmeden önce yaşadığım muhit civarında meydana gelen hasarın bende bıraktıkları… Doğduğum ve belli zamana kadar doyduğum İzmir’imin başına gelenler ve çaresizliğim. İhmallerden, uçup giden deprem vergilerinden, siyasetçilerin insanların acıları üzerindeki primlerinden bahsetmeyeceğim. Aksine bize mucize olarak sunulan, bana göre ise trajedi olan Elif ve Ayda’dan ve onların çiğnenen haklarından bahsedeceğim bu yazımda. Trajedi diyorum çünkü onlarca hemşerimin annesi, kardeşi, yengesi, çocuğu, babası öldü. Çadırda yatan binlerce insanın gece soğuklarda üşüyüşleri de kalbime çöktü. Ben evimde bir bardak kırılınca üzülüyordum ta ki o yıkılan evlerden cenazelerin çıkmasını, değer verdiğim her şeyin enkazın altında kaldığını düşünene kadar.  Kurtulan canlar için elbette ki mutluyum, kilometrelerce uzağınızda olsam da sizler gibi elbette ki göz yaşlarına boğuldum. Ama? Elif ve Ayda’nın saatler sonra enkazdan çıkarılışları ve o anlarda etrafındaki herkesin elinde telefonlarla görüntü alması, günlerce fotoğraflarının, görüntülerinin haberleri süslemesi sizleri de rahatsız etmedi mi? Bu çocuklar zaten mağdur. Bu mağdur çocukların kimliğini açıklamak ya da tanınmasına yol açacak şekilde yüzünü göstermeye gerek var mıydı? Eğer varsa bu gerek habercilik ilkelerine sığar mı? Çocuk hakkı ihmali sayılmaz mı? Saatlerce enkaz altında kalıp zaten korku içinde kalmış bir çocuğu yüzü görünür görülmez kayıt altına almak, rızası olmadan fotoğraflamak, bize ne kazandırdı? Belki mucizelere olan inancımızı arttırdı, malum romantik bir milletiz. Sosyal medya hesaplarımızda paylaştık bu mucizeleri, şükür dedik, ağladık, avunduk, mutlu olduk. Ya sonra? Düşündük mü? Bu çocukların haklarını ve sosyal alanda korunmalarını nasıl sağlayacağız? Bir yıl sonra… Üç yıl sonra… On yıl sonra.. Bu çocuklar yetişkin olduğunda, o görüntülerini hafızalarımızdan, Google arama motorundan, arşivlerden nasıl çıkaracağız? Bu çocuklar okula başladıklarında, bu çocuklar markette alışverişteyken karşımıza çıktığında, bu çocuklar ile herhangi bir aktivitede yan yana olduğumuzda ‘Aa o sen o enkazın altından bilmem kaç saat sonra çıkan mağdur kızsın’ diye acıyan gözlerimizi ya da iyi niyetli de olsa keskin dillerimizi nasıl zapt edeceğiz? Biz olmasak bile çocuklarımız farkında olmadan canlarını acıtmayacak mı onların? ‘Annem söyledi, senin annen depremde ölmüş, sen de sonradan çıkarılmışsın’ demeyecekler mi laf arasında.  Tüm bunları geçtim, travmaya uğrayan bu çocukların, hayatlarının herhangi bir döneminde bu karelerin karşılarına çıkması -hem de izni yokken alınmış kareler- travmalarını hatırlatıcı olabilir ve yaralarını tekrar tekrar kanatabilir. Bu çocukların unutulma haklarını eğer isterlerse nasıl geri vereceğiz? Zaten annesini, aile bireyini, evini kaybetmiş bir çocuğu -ki ileride yetişkin olacak bu çocuklar- mucize adıyla etiketlemek yerine, bu çocuğun normal bir insan olma gibi yaşama haklarını nasıl tekrardan inşa edeceğiz? Bırakın çocuk olmayı, bir yetişkin olarak rızanız dışında görüntünüz alınsın ister miydiniz? Hele bir de enkaz altında saatlerce can çekişmişken! Perişan, mağdur, aç susuz, ölümün nefesi hala ensenizde ve size sorulmadan ertesi gün tüm fotoğraflarınız gazetelerin ana sayfasında. Çok rahatsız edici gelmedi mi size de? Bir de üzerine, hastanede görüntüleriniz alınsa, hadi el salla bakalım diye telkinde bulunulsa, bilmem kim ziyarete geliyor diye çekimler yapılsa ne hissederdiniz tam da deprem travmasının en acılı safhasında. Acımış pekişmeyecek mi, bir yerlerde biz hala mucize diye lanse edilirken? Bir de bu çocuklarımızın kurtarılışının birçok yerde ‘reklam aracı’ olarak kullanılması rahatsız etti beni. Mağdur çocuklara veya diğer mağdur kişilere yapılan yardımların "şova" dönüştürülmesi ve bunların birer reklam malzemesi haline getirilmesi ise hadsizlikte gelinebilecek son nokta idi. Yok o mu kurtardı bu mu kurtardı, yok bilmem ne belediyesi katkıda bulundu mu bulunmadı mı bunun önemi yok ki bir can tutunmuşken hayata.  Öyle ya da böyle tutundu işte! Bu tutunuşta, arama kurtarmada canla başla çalışan görevlilere, gönüllülere, gecesini gündüzüne katan sağlık personellerimize, İzmir’in ihtiyaçlarını durmadan ileten sosyal medya sitelerine teşekkür ediyorum. Hepimize geçmiş olsun.