"İnsanlığın 20. yüzyıl boyunca ergen heyecanıyla ve bilinçsizce işlediği suçların, dönüp dolaşıp kendisini bulduğu günlerdeyiz. Küresel adaletsizlik ve eşitsizlik dünyamızın hiçbir döneminde bu kadar su yüzüne çıkmamıştı. Sosyo-ekonomik adaletsizlik, diğer sorunlarımızın da baş müsebbibidir. Diğer tezahürler ise türler arası adaletsizlik ve nesiller arası adaletsizliktir."

İnsanlığın 20. yüzyıl boyunca ergen heyecanıyla ve bilinçsizce işlediği suçların, dönüp dolaşıp kendisini bulduğu günlerdeyiz. Bu söylem, 60’ların pesimist gelecek kurguları ve kapitalizm üzerinden artan tüketim alışkanlıklarına yapılan göndermelere çok yakın dursa da gerçekliğini her geçen gün -yavaşça donmakta olan bir insanın hissettiği tatlı yorgunluk gibi- hissettirmekte. Gün artık insanlığın gezegenin habitatına ve kendi türüne karşı işlediği suçların hesabını verme ve muhasebesini yapma günüdür diye düşünüyorum. Küresel adaletsizlik ve eşitsizlik dünyamızın hiçbir döneminde bu kadar su yüzüne çıkmamıştı. Bu adaletsizlik her geçen gün, hala hız kaybetmeden farklı ölçekte ve boyutlarda kendini göstermektedir. Öncelikli boyut olan sosyo-ekonomik adaletsizlik, diğer sorunlarımızın da baş müsebbibidir. Diğer tezahürler ise türler arası adaletsizlik ve nesiller arası adaletsizliktir. Türler arası adaletsizlik, kendi türümüz dışındaki canlılara ve cansız varlıklara karşı saygılı olmayışımızdır. Nesiller arası adaletsizlik ise bizden sonraki kuşaklara yani çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağımız bu kötü mirasla tecelli etmiş olacaktır. İnsanoğlu olarak yaptığımız en büyük hırsızlık, bu kötü mirasla onların geleceğini çalmış olmaktan başka bir şey değildir. Bu üç boyutlu adaletsizliğin diyaletik sentezi, başımıza söz konusu iklim krizini ve pandemiyi bela etmiştir. Bugün geleceğe baktığımızda ise geçmişe nazaran daha çok distopik soru işareti ile karşılaşmaktayız. Birinci boyutu olan sosyo-ekonomik adaletsizliğin görülmesi için Birleşmiş Milletlerin çarpıcı verilerine bakmak yeterlidir: Örneğin dünya nüfusunun yarısının servetine eşdeğer servetin 40-50 kişinin elinde toplanması, 1,5 milyar insanın günde ortalama 1 doların altı 50 sentin üzerinde bir para ile geçiniyor olması gibi. Bu arada bizim bu verileri her yerde ve her ortamda adeta bir çığlık haline getirmemiz gerektiğini de söylemeden geçemeyeceğim.    Atlas okyanusundan çıkarılan balıkları, Büyük okyanus ülkelerinde işleyip paketleyip tekrar Atlas okyanusu ülkelerine gönderen ve bunu yaparken de binlerce deniz mili yol kat edilmesine sebep olan, en akıllı tür olduğu iddia edilen insandır. Tüketim toplumunun kazanç odaklı ekonomi politikalarının, zincirinden boşanmışçasına meta pompalamasından başka bir şeyle açıklanamaz bu durum. 19. yüzyılın başlarında 1 kalori gıda üretmek için 1 kalori harcarken, günümüzde onlarca kalori harcar hale geldik. Bütün dinsel dogmalara ve kadim öğretilere aykırı biçimde doğaya ve yaşayan diğer türlere karşı yapılan zalimlik ise bu boşa harcanan kalorilerin cabasıdır. Yılda 80 milyon köpekbalığı -cinsel gücü arttırdığı gerekçesiyle- yüzgeçlerinden çorba yapılmak üzere, yüzgeçleri kesilerek ölüme terk ediliyor. Bu durumda Yavuz Dizdar hocanın deyimiyle, insanoğlunun dünyanın başına gelmiş en büyük felaket olduğu söylenebilir.

 *Yüzgeçleri kesilip ölüme terkedilen milyonlarca köpekbalığından yanlızca birisi

 *Toplanan yüzgeçlerden yapılan çorba, cinsel gücü arttırmak için içiliyor. Doğanın ırzına geçerek cinsel güç kazanmak da türümüze has bir kara-mizah örneği[/caption] İşte bu hovardalıkları göz önünde tutarak, adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin su yüzüne çıkmaya başladığı, ilk farkındalıkların oluştuğu zamana, 1972 yılına dönecek olursak; Nairobi’de Birleşmiş Milletler Çevre programının yayınlandığını ve çevreye duyarlı kalkınma yöntemleri öneren UNEP (U.N. Environment Programme)’in kurulduğuna tanık oluruz. Bu vicdani rahatlamadan tam 25 yıl sonra, 1997’de küresel ısınma ve iklim değişikliği ile mücadele konusunda uluslararası tek çerçeve olan Kyoto protokolü imzalanabiliyor. Bu protokol bildiğiniz üzere ilkesel olarak ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeylere çekmelerini gerektirmektedir. Ancak gelin görün ki 1997’de imzalanan bu protokol ancak 2005’te yürürlüğe girebilmiştir. Neden mi? Çünkü bu protokolün geçerlilik kazanması için onaylayan ülkelerin emisyonlarının yeryüzündeki toplam emisyonun %55’ini bulması gerekiyordu. Bu orana da ancak 8 yıl sonra Rusya’nın katılımıyla ulaşılabildi. Bitiş tarihi 2020 yılı olarak belirlenen bu protokol ile bir arpa boyu yol alınamadığı görülünce, 2015 yılında Birleşmiş Milletler tarafından 2020’de başlamak üzere Paris iklim Anlaşması devreye alınmıştır. Bu anlaşmanın amacı Kyoto protokolünden daha iddialıdır: Hedef küresel ısınmayı 2 derecenin -hatta 1,5 derecenin- altında tutmaktı. Kyoto protokolüne imza atmayan ülkelerin başında gelen A.B.D. ve Avustralya ikilisinden A.B.D., 2019 da Paris iklim anlaşmasından çekilmek için resmen başvuru yapıp Kasım 2020’de de resmen anlaşmadan çekilmiş olacaktır.    *Halen Trump ve destekçileri, küresel ısınmanın ve iklim değişikliğinin ‘sahte’ olduğuna inanıyorlar[/caption] Bütün bu çabalar ekolojik yıkımı durdurmadığı gibi, bir de çıkara çıkara karşımıza karbon ticareti ve borsası denen yeni rant kapısını çıkartmıştır. Bu alan, en karlı finansal piyasalardan birisi olmuştur. Bu sürecin en hafif rant kapılarından bazıları ise, Leed ve Breeam gibi sertifikaların binlerce dolar karşılığı verilmesidir. Düşünebiliyor musunuz, karbon ayak izine duyarlı, üstelik de emsallerinden daha maliyetli bir bina inşa ediyorsunuz ve ödüllendirilip teşvik almanız gereken bir noktada, bu belgeleri almak için üzerine bir de para veriyorsunuz. Halen gelişmekte olan ülkeler içerisinde bu tarz yapılarla ilgili herhangi bir teşvik veya ödül sistemi bulunmamakta, gelişmiş olan ülkelerde ise bu tarz yapıların yapılması yönetmeliklerle resmi olarak şart koşulmakta. Dünyaya emsal olarak gösterilen, teşvik ve ödüllendirmeye dayalı yönetmelik sisteminin tek örneğine, şirketimiz tarafından Gaziantep Büyükşehir Belediyesi için yaptığımız Ekolojik Kentsel Tasarım Rehberi’nde, Ekolojik Teşvik Sistemi uygulamasında rastlayabilirsiniz. Hazırlamış olduğumuz ekolojik tabanlı uygulama imar planının işleyişi şu şekildedir: İlgili imar ve planlama mevzuatlarına uygun olarak verilebilecek maksimum imar haklarının, az miktarda kırpılarak (%30 oranında) hak sahiplerinin, kırpılan miktarı alabilmeleri için ekolojik yapı yapma koşulunun getirilmesidir. Bu hazırladığımız rehberin, Japonya’nın Osaka kentinde 4.sü düzenlenen G20 Osaka zirvesinde "İklim değişikliği ile uyum ve dirençli altyapı oluşturulması" kapsamında Türkiye tarafından zirveye sunulan tek proje olarak, G20 ülkeleri tarafından, zirve üyesi ülkelere model olarak önerilmesine karar verilmiştir. Karbon piyasası tarafından önerilen Leed benzeri sertifikalandırma sistemleri, yeşil bir maske takılarak yapılan soygundan başka bir şey değildir. Eğer bunlar karbon salınımını azaltmakta bir parça rol oynasalardı bugün ölçülebilen karbon miktarları rekor kırma düzeyine gelmezdi. Bu tür araçlar kapitalizmin derinleşen krizine yetersiz bir ağrı kesici olmaktan öte bir işe yaramamaktadırlar. Buraya kadar bahsetmeye çalıştığım küresel adaletsizliklerin önüne geçilmedikçe ve üretim-tüketim anlayışımız değiştirilmediği sürece; ne iklim krizinden ne de bu tür pandemilerden kurtulma şansımız yoktur. Neoliberalizm denilen illetin insanların en küçük hücresine kadar yaydığı bu tüketim kültürü ile baş etmek hiç de kolay gözükmüyor. Pandemi nedeniyle bir kısmımızın evlere hapsolduğu şu günler bu anlamda benim için bir umut olmuştu. Çünkü bu süreçte tüketim alışkanlıklarımızla yüzleşme fırsatı bulduk. Pek çok metayı kullanmadan rahatlıkla yaşamımızı idame ettirebildiğimizi gördük. Bir kargo çalışanı ile sohbetimde aldığım cevaplar ise küçük bir şok geçirmem için yeterli oldu: ‘Genellikle ne taşıyorsunuz’ sorusuna ‘Aklınıza ne gelirse’ cevabını vermişti. En derin içgüdümüze, hayatta kalma içgüdümüze bu kadar sarıldığımız bu dönemde dahi tüketim hız kesmeden, öncesine göre çok daha büyük kolaylıklarla ve ilerisini hiç düşünmeden devam ediyor. Bu tabii ki mevcut sistemin toplumları soktuğu durumun net bir yansıması. İnsanları tekelci tarım ve tohum politikalarıyla kırsaldan kente yığacaksın, sonra bu insanlara tüketim alışkanlığı kazandıracaksın ve bu insanların alım gücü düşünce krize gireceksin. Bu yığılmanın da pandemiyi hızlandırdığını gördüğün zaman çuvallayacaksın. Bunu görmeyi reddedip, sistemini temelden düzeltmeyerek daha da çok çuvallayacaksın …! Tabii şimdilerde bütün bunlara ek olarak, ulus devlet romantizmi de gelişiyor. Ulus devlet, sosyal devlet, sosyal demokrat devlet, yani kapitalizmin kendine bir nebze çeki düzen vermeye çalıştığı devlet sistemleri. Bu sistemler tarihsel süreçte kimsenin hayrı ya da iyiliği için ortaya koyulmamıştır. 20. yüzyılda kapitalist sistemin yanı başında, sistemlerine alternatif olan ve aynı zamanda kendi sistem bekaları için tehdit oluşturan bir Sovyetler bloğu vardı. İşte bu yüzden Willy Brandt, Olof Palme rüzgarları esti kıta Avrupa’sının semalarında, Platon’un mutlu devlet hayalleri ile. Ama bu hayaller, yarım yüzyıla dahi sığdırılamadan, 1981 yılında Sovyetlerin Perestroyka çatlağını vermeye başlamasıyla sönüp gidecekti. Bunları, adına proletarya diktatörlüğü denilen buyurgan sosyalizmi savunduğum için değil, bir durum tespiti yapmak için söylüyorum. Ne ulus devlet fantezileri, ne de yeni gezegenlere seyahat hayalleri, içinde bulunduğumuz doz aşımının gerçekliğini gizleyebilir artık. Karşılaşılan her sorunu, altını dolduramadığımız sloganlarla, anlık heves ve heyecanlarla atlatmaya çalışmak; bağımlılığını reddeden bir uyuşturucu bağımlısının kendisini ve etrafındakileri kandırmasından başka bir şey değildir. Bütün bu olguların en acı tarafı ise herkes durumu tespit ederken kimsenin harekete geçmemesi, harekete geçenlerin sistem tarafından ağır ağır sindirilmesi esnasında kimsenin ses çıkarmamasıdır. Sürekli bir savunma halinde bulunulması, iletişim çağının içinde kendi içimize kapanmamız ve bu yüzden artık kendi çığlığımıza dahi sağır kalmamıza yol açıyor. Kendi çığlığımızı duyamazken, doğanın çığlığına nasıl kulak verebiliriz ki? Ancak sisteme her zaman olduğu ve olacağı gibi, bireysel olarak baş kaldırmak, yapılacaklar listesinin en başında gelmekte. Benim kendi adıma yapabildiğim tam üç yıldır kendime bir çift çorap dahi satın almamak oldu. Almaya da hiç niyetim yok. Yapmaya çalıştığım, mevcut kıyafetlerimi kilomu koruduğum sürece yakası (eskiyeni yakası sağlam olan ile değiştirmek gibi) yenilemelerle, parçalanana kadar kullanmak. Çocukluğum, neredeyse hiçbir şeyin çöpe atılmadığı, çöpçülerinin de neredeyse ancak haftada bir uğradıkları bir mahallede, hayatlı, geleneksel bir Antep evinde geçtiği için fabrika ayarlarına dönmem hiç de zor olmadı. Asıl tüketmemiz gereken şeyin bu tüketimi tüketmek olduğunu anlar ve de bu tüketime karşı direnip bunu kitlesel bir akıl haline getirebilirsek bir şeyler başarabiliriz diye düşünüyorum. Bunu sivil itaatsizlik eylemine evirip bir çığlık haline getirebilirsek ne ala. Tüketim, biz insanlara dayatılan bu sistemin olmazsa olmazı. Yani bu sistemin şah damarı. Ancak bu şah damarı kesebilirsek, tüm bu çığlıkları duyabilecek hale gelebiliriz.