Röportaj: Kibar Özkan
6 Şubatta yaşanan depremler “Büyük Felaket” olarak tarihteki yerini aldı. Biz de Antakya özelinde depremi ve sonrası süreçlerini sosyolojik bakış açısıyla Bayreuth Üniversitesi Öğretim Görevlisi, yazar Hakan Mertcan ile konuştuk.
Sizi tanıyabilir miyiz?
Ankara Üniversitesinde hukuk lisansı, yüksek lisans ve doktoramı tamamladıktan sonra doktor araştırma görevlisi olarak Çukurova Üniversitesine döndüm. Oradan Mersin Üniversitesinde yardımcı doçent olarak çalışırken, daha çok barış bildirisi olarak bilinen “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladıktan sonra görevimden 2017 Mart ayında tam olarak altı yıl önce ihraç edildim. Ve Almanya’ya geldim.3 yıldır Bayreuth Üniversitesinde akademik çalışmalarıma devam ediyorum.
Türkiye’deki görevinizden ihraç edilme süreci şu an hangi aşamada?
Barış bildirisini imzaladıktan sonra hakkımızda hem o bildiri dolayısıyla dava açılmıştı hem de benim sosyal medya paylaşımlarım dolayısıyla ceza davaları açılmıştı. Birçok ceza davasıyla karşı karşıya kaldım. Anayasa Mahkemesi o bildiriyi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirdi diğer bütün davalardan beraat ettik. Türkiye’den bağımsız olmayan bir yargı bile ceza veremedi. Ama işimize dönemedik. Olağanüstü hâl komisyonu kurdular. İdare Mahkemesine gitmemizi engellemek için beş yıl bizi beklettiler. Son günlerde bazı arkadaşlara İdari Mahkemesi kararıyla göreve iade kararı verildi. Yaklaşık yirmi yıldır akademisyenim ama bunun yanında ben bir aktivistim. Kendimi toplumsal dönüşüm mücadelesinin bir parçası olarak görüyorum. Kendimi bildim bileli böyle. Bir insan hakları savunucusuyum. Dolayısıyla başımız dertten kurtulmuyor.
Almanya’da yaşayan bir akademisyen olarak, Türkiye’ye bakmanızı istesem o büyük resimde ne gördüğünüzü bize anlatır mısınız?
Türkiye’ye baktığım da gördüğümü ikiye ayırmam lazım. Toplum nezdinde, hükümet ve rejim nezdinde olarak. İktidar anlamında karanlık bir tablo görüyorum. Ciddi bir itibar yitimi, ciddi bir güvensizlik, baskıcı bir rejim görüyorum. Toplum anlamında da acı çeken bir varlığın iç çekmelerini görüyorum. Baskı altındaki toplumun ilintilerini görüyorum. Ben hem umut görüyorum hem karanlık bir yön görüyorum. Egemenler ve yönetenler anlamında karanlık. Ankara Ekim katliamında ben oradaydım, o yürüyüşteydim. İnsan parçaları üzerimize yağdı. Diyarbakır’daki miting yine bir başka örnek. Barış yürüyüşlerinin bile şiddetle cezalandırılması, yüzlerce barış akademisyeninin işinden atılması, ne kadar karanlık bir tablonun olduğunun göstergesidir. Son depremle ortaya çıkan durum, yönetememe ve gerçekten devletin toplum nezdinde en güvenilir olması gereken kurumlarının iş yapamıyor olması, içinin boşaltılıyor olması, liyakatsiz, yeteneksiz insanlarla doldurulmuş olması. Yani çadır dağıtması gereken kurumun iki kat fiyata çadır satıyor olması asla ortalama burjuva demokratik ülkede yaşayan yurttaşın aklının alabileceği bir şey değildir. Burada bunları çevremize anlatmakta zorluk yaşıyoruz açıkçası.
6 Şubatta yaşanan depremler “Büyük Felaket” olarak tarihteki yerini aldı. Antakya şehri üzerine çok fazla çalışmalar yapmış, kitap yazmış biri olarak ve maalesef Antakyalı dostlarını kaybetmiş biri olarak hislerinizi, düşüncelerinizi anlatır mısınız?
Çok büyük bir felaket gerçekten. Deprem kuşağındaki yerlere dair öngörüsü olan birinin bile neredeyse hesap ve tahmin edemeyeceği büyüklükte bir yıkım oldu. Korkunç bir durum. Çok üzgünüm. Resmi rakamların çok ötesinde bir ölüm olduğu söyleniyor. Kimi tahminler 100 binin üzerinde olduğu yönünde. Sadece bir rakam olarak alındığında belki rahatlıkla ifade ediliyor. Ama bu insanlar, sevgililer, anne, baba, eş, çocuk, kardeş, dede, nene, hayatlar yani. 100 binden fazla insanın yok olması, 100 binden fazla dünyanın yok olması demek. Çünkü her insan dünyayı ifade ediyor. Fakat bu bir ilahi kader değil. Bunun felakete dönüşmesinin en büyük nedeni ebetteki o coğrafyada o bölgelerdeki iktidar sahiplerinin deprem öncesinde verdiği izinlerden başlayalım, deprem sonrasındaki arama kurtarma çalışmalarından, yardım çalışmalarına kadar tutunulan tavırlarla ilgilidir. Doğal bir felaket siyasal bir katastrof oldu. Açıkçası siyasal bir katastrofla karşı karşıyayız. Antakya şehrinin özeline gelirsek büyük bir yıkım. Bir tarihin derinliklerinden gelen coğrafyanın artık ortada olmadığını deneyimledik. Artık yok, göremiyoruz. Birçok büyük kültürel miras bugün artık deprem sonrasında maalesef belki anılarımızda, resimlerde, kayıtlarda duruyor.
Mümkünse, anılarınızdan bahseder misiniz?
“Asi Gülüşlüm Ah Güzel Antakya” isimli bir kitap derlememiz var. Orada da söylüyorum. Ben üniversiteye gittiğimde hep Antakyalı bilinirdim. Öğle çağırılıyordum. Adanalıyım ama ben buna çok itiraz etmem. Çocukluğumda da babamdan Antakya hikayeleri dinliyordum. Dostlarımız, yakınlarımız orada ve dostluğun dostluk olduğu daha samimi duyguların olduğu zamanlarda bize gelip haftalarca kalan aile dostları, bizim ailemizden oraya gidip kalanlar ve onların hikayeleri küçükken anlatılırdı. Onlar benim zihnimde hep canlı anılar olarak duruyor. Ben de üniversiteye başladıktan sonra Antakya’ya gelmeye başladım. Önce eş, dost arkadaş ziyaretleri sonra akademik araştırmalar için çokça gidip geldim. Bildiğim bir coğrafya. Herhalde gidip görmediğim, gezmediğim yer neredeyse yoktur. Ve çok yaşlı insanlardan tutun da genç, üniversite, lise öğrencisi arkadaşlarla çok anılar biriktirdiğimiz bir coğrafya Antakya, İskenderun. Birçok anıyla birlikte bazı dostlarım, arkadaşlarım, arkadaşlarımın aileleri enkazın altında kaldı. Halen haber alamadığımız insanlar var. Bu benim için atlatılabilmesi çok zor ağırlığa sahip bir acı. Sabaha karşı eski Antakya otogarına girerdik ve orda şehrin kalbi olarak nitelendirdiğim köprübaşına doğru Asinin yanından yürümeye çalışırdım ve ara sokaklarda kimi dükkanlar yeni açılıyor o büyülü bir atmosfer, büyülü bir coğrafyaya gelmişsin hissi verirdi. Ben köprüye vardıktan sonra şehrin ortasında şehri solumayı, Asiyi solumayı tarihte bir yolculuk yapıyormuş gibi düşünür, hissederdim.
Bu depremle tarihten beri var olan Anadolu insanını kaybettik diyebilir miyiz?
Her şeyden önce kesinlikle çok kültürlü bir coğrafya. Çok yoğun bir Arap Alevi’sinin olduğu yer. Arap Hristiyanlarının, Ermenilerin olduğu yer. Çok az sayıda kalmış Yahudi vardı. Son depremde Sinagog zarar gördü ama Yahudi temsilcisi eşiyle birlikte hayatını kaybetti. Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan İkiz Tepe’deki Vakıflı Köyü zarar gördü. Arap Sünni köyleri, Türk Sünni köyleri var. Çeşitli coğrafyalardan göçüp gelmiş Kürt toplumundan insanlar var. Oranın Çerkezleri var. Gerçekten çok sayıda halkın etnik ve dini grubun bir arada yaşadığı bir yerden bahsediyoruz. Bunun dışında da yöre halkı içi içe geçmiş. Aleviler ve Ermeniler çok iç içe geçmiş. Yine Arap Hristiyanlar ve Aleviler çok iç içe geçmiş. Yani bir Alevi ziyaretine gidersiniz, Alevilerin kutsal mekanı olan yerde HZ. İsa’nın bir temsilini görürsünüz. Bir yandan HZ Ali bir yandan HZ. Meryem. Antakya’ya yolu düşen biri kendini bir süre oralı zanneder. Orayı da unutamaz. Belleğinden çıkaramaz.
Yaşanan büyük felaketler toplumun inanç sistemini nasıl etkiler? “Kader” kavramını siz nasıl yorumluyorsunuz?
Kader hem vardır hem yoktur. Ne demek istiyorum? Kaderle ne ifade edildiğine bağlı. Göklerde yazılmış ilahi bir kader bilimin konusu değil tabi ki. Sosyolojinin konusu da değil. Bu çok ilkel dönemlerdeki tanrı anlayışına, dinsel anlayışlara ait bir şey. Şimşek çaktığında, bir sel olduğunda, bir tufan ya da deprem olduğunda bunun uyarılar, cezalandırmalar sonra ödüllendirmeler süreci olduğuna inanılırdı. Bugün hala etkilerini taşıyan bir mitoloji, dinsel bir anlayış. Aynı zamanda bu günümüzün muktedirlerinin ekmeğine yağ süren bir anlayış. O yüzden devlet bu dini anlayışı besler. Çünkü kendi meşruluğu, kendi liyakatsizliği, hataları için bunu bir karavan olarak kullanır. Din örtüsü altında, perde arkasında devlet sorumluluğunu gizler. Toplumun bu yönde inanması çok elverişli. Bugünün iktidar sahibi, dün bu kader değil derken bugün kader der yani kendi iktidarda değilken bunun kader olduğunu savunur ki sorumlulukları üzerinden atsın. Tanrıdan geldi biz ne yapalım olur. Oysa tanrı düşüncesi bilimsel olarak yok. Olmadığı gibi bütün dini inanışları kapsayan, bu şekillerde hazırlanmış bir kader anlayışı yok. Türkiye’den örnek verelim. Çok geniş bir kesimi temsil eden Alevi toplumunda dini inanç olarak böyle bir kader anlayışı yoktur. İktidar bunu kışkırtır. Türkiye’de siyasal İslamcı baskıcı bir rejim var. Bu siyasal anlayış, İslam’ın tek bir yorumunu yani Sünni İslam’ı esas alıyor. O da devlet yorumlamasından geçiyor. Kader vardır dediğim kısımda şu şekilde, kader toplumsal olarak vardır. Sınıfsal bir kader vardır, biyolojik bir kader vardır. Aklıma hemen Cemil Meriç geliyor. Bu konuda doğru tespitleri var. İnsan engelli olarak doğabilir, onun biyolojik kaderi olabilir. Ama bunun bilimsel açıklaması var. Örneğin siz yoksulsunuzdur. Bunun sınıfsal temelleri vardır. Bilim de bunu açıklıyor. Bu anlamda, tırnak içinde bir kaderdir bu. Yoksulluk, zulüm, doğa felaketleriyle oluşan acı tablo kader değildir. Ancak politik bir kader olarak görülebilir.
Deprem sonrası, ülke genelinde hatta dünya genelinde saygı uyandıran bir dayanışma yaşandı. Bu dayanışmadan hareketle, toplumsal kırılma olabilir mi ya da toplumsal yapı nasıl değişir sizce? Ön görülerinizi paylaşır mısınız?
Var olandan hareketle şunu söylemeliyiz ki, Türkiye toplumu bu acı karşısında insana umut veren bir dayanışma gösterdi. Birçok insan işini gücünü bıraktı, deprem bölgelerine gittiler. Çok farklı bölgeden bildiğim arkadaşlar, aktivistler hala riskli bölgede çalışmaya devam ediyor. Çok idealize etmeyi de sevmem ben, gerçekçi olmakta fayda var. Bu durum güzel bir şey ama sürdürülebilir değil. İnsanlar rutinine dönmek zorunda. İşine, gücüne ailesine, okuluna. Hayatın akışı gereğince bu böyle ve göreceksiniz ki bir süre sonra o insanlar kendi başına kalacaklar. Şimdi bizim bu konuda daha ayık olmamız gerek. Toplumsal dayanışmanın sürdürülebilirliği üzerine düşünmemiz lazım. En geniş anlamıyla kullanıyorum, muhalefet şu an umut veren adımlar atabiliyor. Umut veren söylemleri de var. Bu toplumsal yapıda da bir ilerleme sağlar. Çünkü yirmi yıldan fazladır büyük bir baskı altında olan bir toplum, elbette ki belirli noktalarda değer yitimine gider. Karşı karşıya olduğu ekonomik kriz, politik kriz onu değerlerinden uzaklaştırır. Toplumda çürümeler olur. Bu toplumsal olarak da böyledir. Ama belirli kırılmalarla toplum silkinir. İşte muhalefet bu toplumun yeniden inşası için ve toplumun uzun yıllara yayılmış, sıkıcı rejimin ve onun getirdiği ahlak anlayışından sıyrılması için burada bir zemin sunabilir. Bu bir fırsat demek istemiyorum. Bu çok kötü bir kavram, ancak hep birlikte daha ileri bir alternatif modellerle yaşamı yeniden inşa edebiliriz. Yine de hatırlatmam gerekir ki, bunu toplumsal mücadelenin dinamikleri belirler. Niyetlerin ötesinde hakikaten eylemin kendisi belirler. Bu grupların nasıl bir dayanışma ve kendilerine nasıl bir rota çizecekleri belirler.
Deprem bölgesine, toplum olarak nasıl destek vermeliyiz? Sosyolojik açıdan söyler misiniz?
Durumun ne kadar ağır olduğunu her seferinde vurgulama ihtiyacı duyuyoruz. Çok ağır ve yıllarca sürecek bu durum. Bugünden yarına iki ayda değişmeyecek. İnsanlar evsiz, altı ay sonrada evsizler bir yıl sonrada. En fazla ne olacak? Toplu kalabalık aileler olarak, sığındıkları seralardan, çadırlara geçiyorlar. İmkânı olanlar konteynır kentlere geçecek. Konteynırlardan prefabrik evlere doğru gidebilirler. Ama yıllarca bu böyle kalacak ve bazıları o konteynırlara geçemeyecek. Biz bu noktada şunu yapmak zorundayız. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında halen değiştirilemeyecek maddeleri arasında sıralanan devletin niteliği. O niteliklerden biri sosyal devlet. Sosyal devlet falan yok ama Anayasa olarak böyleyse devlet, bunu zorlamak zorundayız. Devlette yurttaş olarak hepimizin hakkı var. Dolayısıyla yapılması gerekeni öncelikli olarak o büyük güç, devlet yapmalı. Şu an yaşadığımız krizi, Devlet yapması gerekeni yapmadığı için yaşanıyor. Devlet, en sıradan bir çadırı yurttaşına ulaştırmadığı için depremin üzerinden kırk günden fazla bir zaman geçmesine rağmen hala insanlar bizleri arıyor ve çadır istiyor. Bu utanç verici bir şey. İnsanlar Samandağ’da susuz, içecek su, banyo yapacak, dişini fırçalayacak, yüzünü yıkayacak su bulamıyorlar. İleride salgın bir hastalık baş gösterebilir. Bu tür salgınların, dünyada benzer depremlerden sonra ortaya çıktığı bilgisine hepimiz sahibiz. Bugün çıkmadı diye yarın çıkmayacak değil. Tuvalet sorunu var. Tuvaletler Asi nehrine boşaltılıyor kimi yerlerde. Yeraltı suları zaten şu anda kullanılacak durumda değil. Her şey altüst olmuş. İnsanlar Antakya’ya, Samandağ’a su taşımaya çalışıyor. Valilikse ilk andan beri böyle bir sorun yok diye açıklama yaptı. Oysa büyük bir su sorunu var. Devletin bir an önce en temel barınma, gıda, su ve benzeri yardımları yapması lazım. Ama aynı zamanda biz bireyler olarak, kurumlar, örgütler olarak da toplumsal dayanışmayı örerek, bu eksiklikleri sivil inisiyatiflerle kapatmaya çalışacağız.
Peki maddi manevi kayıp yaşayan bireye nasıl yardımcı olmalıyız. Tabiri caizse nasıl sahip çıkmalıyız? Yeterli yardımı göremeyen birey için olası sonuçlar ne olur sizce?
Kırk gün geçti ama daha tam toplum acısını yaşamadı, yasını tutmuyor. Yasımızı tutacak durumda değiliz çünkü enkaz altındakileri çıkarmakla uğraşıyoruz. Layığınca ölülerini uğurlayamamış, binlerce insandan bahsediyoruz. Dolayısıyla birçok insan acısını hissedebilecek durumunda değil. Mücadele ediyor, koşturuyor. Kayıpları var ama diğer insanlara yardım etmek, onlarla dayanışma içinde olmak için seferber olmuş durumda. Büyük bir acı içinde konuştuğumuz insanlar yer yer ağlama krizleri, nöbetler geçiriyorlar. Bir süre sonra oralarda gerçekten o bireyler neler yaşayacaklar, ne acı bir atmosferin içine girecekler onu şu an tasvir etmek çok zor. Ama bunun çok derin olacağını tahmin ediyoruz. İnsani dayanışmanın önemine vurgu yaparken, amacımız bu insanlar yarın gerçekten yapayalnız ya da kendi başlarına kalmasın diye. Kendi başlarına kaldıklarında bir cenaze töreni misali, yedisine kadar konu komşu, eş dost gelir, siz tam olarak anlamazsınız. Ama belirli ritüeller tamamlandıktan sonra evde aile bireyleri yalnız kaldığında derin bir boşluk hisseder. O gidişin, gerçek manasını o zaman hissederiz. Bu yüzden bir yerde din dediğimiz yapı çok önemli. İnsanlığın birikiminden geliyor. Belirli ritüeller bir manaya denk düşüyor. Kırkını yapmak bile. Biz burada dayanışma pratikleri ve alternatif yaşam modelleri için mücadelemizi uzun soluklu yapabilirsek o zaman bu insanların yaşayacakları müstakbel acılarda bir nebze de olsa yaralarına merhem olabiliriz. Ama kendi başına kalırsa, o zaman çaresizlik, hiçbir şeye gücünün yetememe gerçeğiyle yüzleşir birey. Buradan intiharlarda çıkar, hayatın anlamsızlığı da çıkar. Bireyin var olabilmesi için yanlış yollar araması da çıkar. Biliyorsunuz, buhran zamanlarında çok büyük problemler insanlığın başına bela olur. Bunların toplumsal zemini var. Bu yaşananlar kader değil dedik ya. Tam da bu. O yüzden biz iyileştirici, sağaltıcı bir hareket tarzı içinde olmalıyız. Orada yeniden evimizi yaparken de, su kuyusuna arıtma cihazı takarken de birlikte imece usulü ev dizerken de yaptıklarımızın hepsi rehabilite edici olabilir. Birlikte ortak iş yapmanın hazzı ve yalnız olmadığımız duygusu birey için de toplum için de çok kıymetli.
Depremde bir tarihi, ruhu olan mekanları, sokakları da kaybettik. Bu noktada mekân-insan ilişkisini yorumlar mısınız? Mekânlar insanlar için neden önemli?
Mekân ve hafıza ilişkisi üzerine geniş bir literatür olduğu bilinen bir şey. Hafıza bellek, toplumsal hafıza bunlar çok ilintili. İktidarlarda egemen elitlerde bunu bildikleri için toplumsal hafıza üstüne mühendislik yapacaklarında önce mekanlar üzerinde mühendislik yaparlar. Mekânı yeniden şekillendirirler. Neden bugün belirli alanlar sular altında bırakılır ya da restore edilecek diye başka biçimlere büründürülür. V Baraj yapılır veya yok edilir. Hemen aklımıza ne geliyor? Sular altında bırakılan Zeugma geliyor. Hasankeyf geliyor. Onlar tesadüf değil. Onlar büyük bir tarihsel mirastı ama kollektif hafıza üzerindeki etkisi egemenler tarafından istenilmediği için onu değiştirmek yoluna gittiler. Önce mekânı biçimlendirdiler yok ettiler. Örttüler. Veya bazı bölgelerde bir bakıyoruz. Toki yapılıyor değil mi. Şu da gündeme gelecek bu konut yapımı, insanlara sadece ev yapma amacıyla değil aynı zamanda mekânı yeniden dizayn etmeyi de sağlayacak. Böylece de toplumsal yapıyı değiştirmek, hafızayı değiştirmek daha kolay olacak. Bakın kendi kişisel yaşamınızda on yıl önce gittiğiniz, anınız olan bazı sokaklara, yerlere. Ortadan kalktı mı ilerleyen yıllarda bir süre sonra sizin belleğinizin karanlık koridorunda onlarda tozlanır ve anlatamazsınız insanlara oranın güzelliğini, oranın coşkun duygulara ev sahipliği yaptığını. Burada felaketle yok olan çok sayıda kilise var. Bunlar çok kıymetli çok tarihsel kiliseler mekanlar. Antakya sokakları var. Yüzyıllık yüz elli yıllık Antakya şehir merkezinde, Habibi Neccar Camisi var. Tarihin aydınlatılan ilk caddesi Herot Caddesi var. Oranın büyük bir kısmı yıkıldı. Afgan Kahvesi, Kurtuluş Caddesi gibi. Bu şehir belleği imgeliyordu. Ama buralar yeniden eski dokuya uygun biçimde inşa edilmezse büyük bir sorun olur. Tarihsel mekanların üzerinden her zaman değişiklik yapma konusunda istekli olan iktidar sahipleri için bu bir fırsat olarak görülebilir. Farklı kimlikleri yansıtan yapıları, yeniden dizayn ederek o toplulukları çeşitli biçimlerde elimine etmek için. Bu toplulukların geri dönüşünün önünde engel olur. Ortalama demokratik bir devlette gereken şey, herkesin kendi topraklarına dönüşünü sağlamak ve onlara uygun yaşam alanlarını yeniden inşa etmek. Bu konuda çekinceli olduğumu not edeyim. Ancak seçimle birlikte daha demokratik bir Türkiye yaratılırsa ki bu konu da umutluyum o zaman bu tehlike azalabilir. Bu demek değildir ki tek adam rejimi değiştiğinde, yeni gelecek hükümetle her şey güllük gülistanlık olacak. Hepimiz biliyoruz. O yüzden sivil toplumun demokratik kitle örgütlerinin, alternatif grupların, ekolojistlerin, feministlerin, solun, sosyalistlerin bütün farklı renklerin bir arada güçlü bir şekilde yeni inşada rol almaları ve siyasal iktidar üzerinde bir demokratik denetim mekanizması oluşturmaları gerekiyor.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Çok kimlikli, çok kültürlü, bir yapı olan deprem bölgelerinin yeniden inşa edilmesi mümkün asla karamsar değilim. Antakya özelinde söylüyorum, tarihte birçok büyük yıkım yaşanmıştır. İki yüz elli bine varan ölümlerin yaşandığı depremler var. Kentler yeniden kurulur. Ve kadim toprakların ruhu kolay kolay o toprakları terk etmez. Umuyorum ki yeni demokratik bir Türkiye’de bu iş olması gerektiği gibi devletin yurttaşlarına bu yönde hizmet götürmesi ile çözülür. Ama bence artık kapitalizmin yıkıcılığından kurtulmamız gerekiyor. Daha ekolojik bir hayatı belkide bu yıkımın ardından daha fazla yaşam modellerini hayata geçirebiliriz. Bina üstüne bina yapmaktan vazgeçmeliyiz. Kapitalizmin can damarı inşaatın özellikle Türkiye’de ne kadar soysuz bir şekilde yürütüldüğünü de görüyoruz. Nasıl izinler çıkarılmış, yapılmaması gereken binalara nasıl onaylar verilmiş biliyoruz. Bizim gerçekten gelenekten gelen bazı bilgileri modern, rasyonel bir akılla sentezleyerek hayata geçirmemiz mümkün. Geçmişte kerpiç evler vardı. İnsanlığın en uzun süre yuvası olmuş evlerdir. Yapımı, malzemesi, ulaşılabilirliği o bölge için daha kolaydır. Bu kadim bilgi ile modern bazı araçları da kullanarak hem daha ekolojik hem insanlığın binlerce yıllık ritmine, doğanın ritmine daha uygun yaşam alanları olabilir. Biz göle bir maya çalalım, bir örnek oluşturalım. Bakalım tutacak mı? Tutmasını umalım ama tekrardan bu enkazlar üzerine bilmem kaç katlı binalar dikme yarışına girmeyelim. Girilmesini de engelleyelim. Ben bunu temel bir insan hakkı olarak görüyorum. Biz ekolojik bir yaşamı hayata geçirmek zorundayız. Sistemi de buna itmeliyiz. Kendimizi de bu doğrultuda eğitmeliyiz. Kapitalizmin o hırlı yaşam ritmine, tüket tüket tüket var ol yapısına dur demeliyiz. Toprakla, doğayla daha uyumlu bir hayat sürersek o zaman doğaya verdiğimiz zarar azalacağı için doğanın da bize vereceği zarar azalacaktır.