Gezi Davası’nda tahliye edilen Mücella Yapıcı, arkadaşlarını cezaevinde bırakıp tahliye olmanın kendisine çok ağır geldiğini, bundan sonra da özellikle cezaevlerindeki yaşlı kadınlar için mücadele edeceğini söyledi.
T24’ten Murat Sabuncu’ya; hapishanede yaşlı bir mahpus olarak yaşadığı sıkıntıları anlatan Yapıcı, “Hapiste tuvalete girdiğimde bir çöp torbasını seriyordum yere, emekleye emekleye gidip kapının koluna tutunup kalkabiliyordum” ifadelerini kullandı.
Doktora gittiğinde kelepçeli muayene karşı çıkıp “meslek etiği vardır” dediğinde doktorun “Bizde yok” dediğini aktaran Mücella Yapıcı, “Jandarma Komutanı da artık dayanamayıp ‘bizde bile var doktor hanım’ demek zorunda kaldı” dedi.
Yapıcı, ilaç yazdırmaktan kelepçeli muayeneye, çalışmayan asansörlerden alaturka tuvaletlere, bol sürgülü kapılardan çıplak aramaya kadar cezaevinde işkenceye dönüşen uygulamaları anlattı, içerde bıraktığı canlar nedeniyle tahliyesine sevinemediğini söyledi.
‘UĞRADIĞIM ŞİDDETLERİ ANLATIM MI ONLARA?’
Cezaevinde uğradığı çıplak aramayı da anlatan yapıcı, sonrasında yaşadıklarını da aktardı: “Beni nasıl çıplak ararsın 62 yaşında ya! ‘İşkence’ diye benim davam sürüyor be, ne şiddeti! Hangi şiddetten bahsediyorlar? Ben uğradığım şiddetleri anlatayım mı onlara? O çıplak aramayı itiraf ettim diye psikolojik şiddete uğradım, evimi değiştirdim, peşime düştüler. ‘Bu kadın bu yaşta iç çamaşırından bahsediyor, bilmem kaç yıldır bunun kimsesi yok, bir köşede kıstıralım’ diye. Hangi şiddetten bahsediyorlar?”
Söyleşinin bir bölümü şöyle:
Biraz Bakırköy Cezaevi’ni anlatır mısınız?
“KAÇ YAŞINDASIN DİYORUM 62 DİYOR, ÇÖKMÜŞ, 80 GÖSTERİYOR”
Biz Bakırköy’e girdiğimizde, Çiğdem, Mine ve ben, biz hücreye konduk. Çiğdem’le ben bir hücredeydik, Mine ayrı bir hücredeydi. Bunu anlayamadık biz. Önce bize iki gün Covid 19 nedeniyle bu şekilde dediler. İki ayı aşkın sürdü. Hücre çok zordu. Hele bir kere bizim için. Çiğdem ve ben hücrede iki kişiydik, inanılmaz sıkışık. Bir tane masada dönemiyorsunuz, aynı masayı kullanıyoruz. Çiğdem çok yazan bir arkadaşımız. Mükemmel çalışıyor, hiç kesmedi yazmayı. Ben de boncuk öğrenip icat yapmalara daldım. Bir kitap okuyorum ama olmuyor yani oradan oraya. Niye biz hücredeyiz? Ses yok. Önce günde bir saat havalandırmamız vardı hücredeyken. Biz bir öğrendik ki Bakırköy’deki arkadaşların bütün gün havalandırmaları var ama bizim öyle değil! Bayağı bir uğraştıktan sonra günde iki saat havalandırmaya çıktık. Ama biz hâlâ hücredeyiz! Cezaevini tanımıyoruz, bilmiyoruz yani. Ziyaretçisi belki en çok olan üç kişiydik Bakırköy’de. Milletvekilleri özellikle sağ olsunlar, bütün partilerin milletvekilleri geliyorlardı. HDP’liler de biraz zor izin alıyorlardı ama yine de geliyorlardı. Ama öyle olunca geliyorlar bana, ‘Mücella Hanım, hastaneye gideceksin’ diyorlar. Benim böyle talebim yok. Gidiyorum, kelepçeler takılıyor. Sonra bir bakıyorum, yaşlı birtakım kadınlar toplanmışlar. Yaş da içeride öyle izafi ki bana ‘genç’ diyorlar mesela. ‘Kaç yaşındasın sen?’ diyorum, ‘Ben 62’ diyor. Çökmüş ama bu kadın, 80 gösteriyor. Zor işler… Sonra cezaevi nakil aracına bindiriyorlar sizi, inanılmaz iptidai bir şey. Üç kişi oturuyorsunuz, biz bir de yaşlı kadınız, basamak en az 50 santim yükseklikte! Yani bacağınızı açıp bir yere tutunmadan kendinizi tutup çekmeniz imkânsız! Tutup çektiğinizde kelepçeler kesiyor, mosmordu benim ellerim… Çocuklar görmesin diye yazın bile uzun kolluyla çıkıyordum görüşe… Sonra yaşlı kadınları sıraya sokuyorlar. Güler misin ağlar mısın? Hepsinin başında iki tane jandarma! Aslında biz de daha önce tam anlamıyla ilgilenmiyorduk hapishane hayatı ya da cezaevi ihlalleriyle, oraya girince öğrendik. Asansöre bindirilmiyorsun. Meğer 65 yaş üstü için bu normalmiş. Her ay sizi böyle götürüyorlar. Bakmıyor ha kimse, yani bir usul için maymun gibi o kelepçelerle dolaştırılıyorsun! Kalbe götürdüler, yine kelepçeyle. Bir şey çektiler, ne o çekilen?
“KOMUTANA İYİ GÖRÜNMEK İÇİN KELEPÇEYİ SIKTIKÇA SIKIYOR”
EKG?
Evet, EKG. Ondan çektiler, döndük. Bir hafta sonra yine geldiler. ‘Mücella Hanım, kalbe gideceksin.’ Niye? ‘Anjiyo’ dediler. Ben burada anjiyo mu olurum, anjiyo dedikleri meğerse, ekokardiyografiymiş! E, gireriz. Kelepçeleri taktık. Bazıları da öyle fena ki, -jandarma komutanları değil- erler, komutana iyi görünmek için hababam o kelepçeyi sıktıkça sıkıyor. Biraz sıkıyor, komutana bakıyor. Biraz niye takıyorsunuz diye diklendiğinde daha çok sıkılıyorlar. Diklenmeyeceksin. Neyse, yine öyle bir çıkma rezaleti ile gittik. EKG’ye girdik. Doktor karşımda oturuyor, iki de jandarma. Komutan bu sefer gelmemişti, yoksa komutan da giriyor. Bir tane infaz görevlisi oturuyor, bakmıyor bana. Ben böyle oturuyorum. ‘Neyiniz var?’ diyorlar, ‘Siz çağırdınız, ben istemedim’ diyorum. Bir şey var ki çağırdın. ‘Tamam, geç soyun’ dedi. ‘Geç, soyun.’ Üstümü çıkaracağım, eko yapılacak. ‘Yaptırdın mı hiç eko? Çıplak yapılır eko. Geç, soyun’ dedi. Ben gittim arkaya, ne zaman bakacak diye tarttım. Sonra dedim ki, ‘Nasıl çıkaracağım peki üstümü bunlarla?’ Jandarma bir kızdı bana. Bu doktor uyandı. ‘Kelepçe mi var sizde?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Ha, görmedim’ dedi. ‘Bakmadınız ki Doktor Bey’ dedim, ‘Çıkarın’ dedi. Çıkardılar kelepçeleri. Girdim, perdeyi kapattı. Üstümü soyundum. Jandarma dipçik ucuyla perdeyi açıp bakıyor bana. ‘Ne var oğlum?’ dedim. Kelepçesizim ya, yaranacak ya…
Doktorun tavrı ne oldu, ne çıktı muayenede?
Geldi, muayene ediyor beni. Söylediği laf şu: ‘Sizin aort kapakçığınızın ne kadar kötü olduğunu şimdiye kadar söyleyen oldu mu?’ Hoppala! Kalp hastasıyım yıllardır. Üç damar tıkalı zaten. Böyle bir laf ediyor. İçimden, ‘Doktorum Taner Hoca böyle bir şeyi atlamaz’ demek geçti. Hocama güvenirim. Dedim ki kendi kendime, ‘Böyle bir şey olsa ben hissederdim.’ Neyse, çıktım. Bereket, pimpirikli bir tip değilim. Tabii hemen kelepçem takıldı. ‘Takmayın’ demiyor da… Çıkınca, ‘Tam olarak neyim var?’ dedim, ‘Burada yazıyor’ dedi. Ben nasıl göreyim ne yazıyor… Çıktık.
“JANDARMA DAYANAMADI ‘DOKTOR HANIM BİZDE BİLE MESLEK ETİĞİ VAR’ DEDİ”
Göz ve diş muayeneleri de zorlu geçmişti doğru hatırlıyorsam…
Bende glokom var. Bir de esas kötüsü sarı leke var. Sarı leke sınırda. İçeride bir de çıkacağımı hiç tahmin etmediğim için, sarı lekemi takıyorum ben. Her neyse, göze öyle gittim. Ben talep ettim gözü. Sarı lekenin tek bir vitamini var. Vermiyorlar bana vitamini, yazmıyor.
Neden yazmıyor?
Yazmıyor. Doktor yazmazsa paranı ödeyip dışarıdan da alamıyorsun. Devletin vermediği bazı ilaçlar var, doktor reçete ederse parayla alıyorsun. Dedi ki, ‘Bunun için göze gitmeniz lazım.’ Mecburen bu sefer gittim. Kelepçeli gittim tabii ki ve Yedikule’ye gittim. O kelepçeli göz muayenesi zor oluyor. Onu da geçtik, bu sefer bu diş işi çıktı. Bu dişi ben çektirecektim, ihmal ettim. Hiçbir şey yok, ağrıyor, şişiyor, ağrıyor. Gittik diş hekimine. Bir rezillikti. Oradaki doktor hanıma dedim ki, ‘Böyle çekmeyin dişimi, kelepçeyi çıkarsınlar, her mesleğin etiği var.’ ‘Yok bizde etik’ diyor. Jandarma komutanı dayanamadı, dedi ki, ‘Doktor Hanım, bizde bile var.’ ‘Bizde etik yok’ diyor. ‘Bak’ diyorum, ‘Doktor Hanım, genç kardeşim, ben mesleğimin etiğine uyduğum için böyle kelepçeyle senin karşında diş çektiriyorum. Bak, bedel ödüyorum. Bir tek suçum, kendi mesleğimin etiğine uymaktır. Aklımın, vicdanımın, aydın olmamın gereğini yerine getirdim. Bir toplumda yer alarak yaşamanın sorumluluğu neyse, onu yaptım. Ben burada duruyorum senin karşında. Sen de hekimsin.’
‘Müdür, ‘Önce bir örgütünüz olacak’ dedi, ‘Ben size örgüt kurayım, iki telefonla bütün Türkiye’yi örgütlemiş kadınım’ dedim’
Bu arada koğuşta değil, hücredesiniz değil mi?
Evet, kaldığım yer hücre ama olmayacak bu hücre, dayanamıyoruz. Müdür bana, ‘Mücella Hanım, burada iki çeşit terörist var. Siyasi mahkûm diye bir şey yok artık. Adliler ve siyasiler yok. Adliler ve teröristler var burada’ dedi. Çiğdem’le dinliyoruz, ‘Sağ teröristler, sol teröristler var. Sol teröristler üçe ayrılıyor. PKK, DHPK-C ve diğerleri, bir de tarafsız sol teröristler var’ dedi. Sağ teröristler ise FETÖ’cüler, IŞİD’miş ve diğerleri. Ondan sonra da ‘tarafsız sağ teröristler.’ ‘Bizi tarafsız sol teröristlerin koğuşuna verin işte’ dedim, ‘Olmaz’ dedi. ‘Niye olmaz?’ Dedi ki, ‘Önce bir örgütünüz olacak, o örgütten ayrılacaksınız, o örgütü anlatacaksınız.’ Dedim ki, ‘Müdür Hanım siz bize diyorsunuz ki, ‘Teröristsiniz ama örgütünüz yok diye ağırlaştırılmış müebbet koşullarında hücrede kalacaksınız’, öyle mi? ‘Ben size örgüt kurayım. Siz benim iddianamemi okumadınız mı, ben iki telefonla bütün Türkiye’yi örgütlemiş kadınım’ dedim. Sonra yazılar da çıktı da bizi koğuşa verdiler. 14 kişilik koğuşta 3 kişiydik ama sonra da üç kişilik sessiz tecrit… Sevgili Çiğdem, Kutsal Motor için yaptığı videoda yaşam koşullarımızı çok güzel anlatmış.
‘Bakırköy Cezaevi açılmadan mimari değerlendirme raporunu hazırlamıştım, o dönem söylediğim bütün hataları deneyimledim’
Bakırköy Kadın Cezaevi ve tabii yüksek güvenlikliler aslında başta engelliler, hastalar ve yaşlıların kalabilmesi için çok zor…
İşin ilginç tarafı bu hapishane açılırken Türkiye’nin ilk kadın cezaevi olarak projelendirildi ve açıldı. O dönemde modernizasyon projesinde Bakırköy Cezaevi daha açılmadan mimari değerlendirme raporunu hazırlamıştım.
Gidip görmüş müydünüz?
Evet, raporlardan birini ben hazırladım.
‘DEPREM, YANGIN OLSA KİMSE ÇIKAMAZ CEZAEVİNDEN’
Kötü bir his…
Ve o dönem söylediğim bütün hataları girdim ve deneyimledim. Bir kere 3 bini aşkın kapı var. 3 bini aşkın kapının her birinin üzerinde iki tane sürgü var ve zor açılıyor. Yangın ya da deprem anında mümkün değil çıkabilmen. Yazdım bunların hepsini. Bir standart vardır değil mi? Elektronik bir sistem kurarsın, deprem bekleyen bir yerdeyiz değil mi? Bir kere kim o kapıyı sana açacak? O kapıyı açacak olan nereye saklanacak. Yeşil alan yok ve ölçülerin hepsi erkek ölçüsü.
‘Bundan sonra ‘hapishanede yaşlı kadın olmak’ ne demek, onunla uğraşacağım’
O zaman da her an bir zorlukla karşılaşılıyor tabii…
Örnek vereyim. Alaturka tuvalet mesela. Yaşım ve hastalıklarım sebebiyle oturup kalkamıyorum. Tuvalete girdiğimde bir çöp torbasını seriyordum yere, emekleye emekleye kapıya kadar gidip kapının koluna tutunup kalkabiliyordum. Böyle bir eziyet. Yazdım, çizdim, çözüm olarak plastik bir sandalyenin ortasını deldiler, onu verdiler. Kuburu ayarlayıp otur oradan yap. Bu olacak iş mi? Ben bunu nasıl kullanayım? Birisi denesin. Ha bu şu işime yaradı, önüme koydum, ona tutunup kalkıyordum. Ama bununla uğraşılır mı Allah aşkına? Ben yaşlandığımı ve yaşlı bir kadın olduğumu hapishanede anladım. Daha birçok problem var cezaevlerinde. Örneğin, çocuklar beşikten çıktıktan sonra 6 yaşına kadar annelerinin koynunda yatıyorlar tek kişilik yatakta. İnfaz memurlarının çalışma koşulları da ayrı bir felaket. Zaten hapishanenin mimari veya ergonomik koşullarında F tiplerinde falan uğraşmış bir mimarım ama bundan sonra hapishanede yaşlı kadın olmak ne demek, onunla uğraşacağım. Önceliğim bu. Çünkü asansöre binemiyorsunuz, asansörler sürekli arızalı. Gençler iniyor, çıkıyor ama orada o kadar çok sadece yaşlı da değil hasta kadın var ki… Hamile kadın var, engelli kadın var. Ama hiçbir tedbir yok.
Yargıtay kararından sonra serbest kalırken şunları söylediniz: ’Hiçbirimizin suçu yoktu. Bu nasıl adalet hala anlamış değilim. Ben burada canlarımı bırakıp çıkıyorum. İçeride olan canlarımızı bir an önce çıkarmamız lazım. Hiçbirimizin suçu yoktu. Bu adaletsizliği hak etmiyor bu ülke.’ Çıktığınızdan beri ne hissediyorsunuz?
Çıktığımı anlamadım. Bir kere ben bu şekilde çıkmaktan çok sinirliydim. Hiç böyle istemezdim. Hakarete uğramış hissediyorum kendimi. Bunu kim, nereden nasıl alırsa alsın. Anlamadık biz! Yargıtay’ın ilk tebliğnamesinde ‘delil bulunamadı’ dendiği anda benim bazı avukatlarım ve çocuklarım ‘Bir tahliye dilekçesi vermemiz gerekir’ dediler çıkmam için. Reddettim. Sonra yaşlılık ve hastalık üzerinden gelindi bana. Ben zaten hastaneye gitmeyi reddediyordum. Birkaç kere bu müdüriyet hastaneye götürüyor ya, en son yaşlıları çıkarıyorlar falan… Çarşamba günü infaz savcılığının talebiyle hastaneye götürmek istediler. Yine reddettim. Ancak perşembe akşamı gelip, ‘15 dakika içinde hazırlan, çıkıyorsun’ dediler. Benim ilk tepkim çocuklarıma karşı oldu. Beni dinlemediler zannettim, çünkü bilmiyoruz hüküm verildiğini. Zannettim ki, gittiler tahliye dilekçesi verdiler ve bu nedenle çıkacağım. ‘Ben çıkmıyorum’ dedim. Zira, bizim, hepimizin orada kaldığımız her gün hukuk devleti adına işlenmiş çok ciddi bir suç. Bunun karşılığı da öyle tahliye falan değil, hepimiz için kesin ve derhal beraat olmalıdır. Ne hissettiğimi size şöyle anlatayım: 2013’te ben çocuğumla birlikte gözaltına alındım. Gözaltı süremiz 4 gün uzatıldı. Bir gece önce sağlığım nedeniyle beni bıraktılar ve benim çocuğum, öz evladım içeride kaldı. Ben kıyameti koparttım, ‘Çocuğumu burada bırakıp çıkmıyorum’ dedim. O gün ne hissettiysem, aynısını hapishanede Mine ile Çiğdem’i bıraktığımda hissettim. Bu kadar basit söyleyeyim size. ‘Bu politik’ deyin, ‘Apolitik’ deyin, ne derseniz deyin. Hissettiğim bu. Çok büyük bir haksızlığa uğradı herkes. Zaten bir haksızlık süreciydi. Tabii ki çocuklarıma kavuştum, bu bambaşka bir şey fakat kendimi özgür hissedemiyorum. Hep dışarıdakiler diyordunuz ya siz, burada dışarıda da bir hapishane var diyordunuz. İçerideyken biz azıcık kızıyorduk ama yok, çok haklıymışsınız. Çünkü içeride yapabileceklerimizin sınırı vardı ama şimdi sanki çok şey yapmam gerekiyor, çok vebal var ve ben hiçbir şeye yetemiyorum, çok fazla engelim var gibi geliyor. Biliyorsunuz sağlık engellerim var. Bunlar beni çok yordu. Ben zaten beraat filan ettirilmedim bu arada. Çok komik bir şekilde 2911’den, yani izinsiz gösteri yürüyüşünden yargılanacağım. Ama der mi mahkeme, ‘Kardeş kusura bakma, ben direniyorum, bu arkadaşı tekrar alalım?’ Der mi, der. Başım gözüm üstüne, buyursunlar. Onlar utanmıyorsa bu hukuksuzluktan, ben gider yatarım. Çünkü benim 18 ay yatmam, 18 yıl yatmam, o sekiz çocuğun acısıyla ölçülmez. Kaybolan göz nurlarıyla ölçülmez. Onun için çok da dert değil bana.”