Demokrasinin küresel krizi özü itibariyle temsil ve katılım sorunlarına dayanmaktadır. Etkin ve yaygın katılımı sağlayamayan demokratik mekanizmalar temsil konusunu şeklen sağlamaktadır. Oysa asıl önemlisi amacına uygun biçimde fonksiyonu yerine getirmesidir.
Örgütsüz sessiz çoğunluğun edilgen tavrı bu açıdan yeniden sorgulanmalıdır. Demokrasi, sadece güçlü ve sesi çok çıkanların karar alma süreçlerini etkilemesi olamaz. Kararsız gibi gözüken bu kesimlerin siyasete yönelik güvensizliği kalıcı bir umutsuzluğa dönüşmektedir. Oysa birçok ülke gibi Türkiye'de de seçimlerin sonucunu ve ülkelerin geleceğini belirleyen bu seçmen kitlesidir.
Bu kitlenin iradesini ortaya koyması her şeyi değiştirecektir. Bu kitlenin psikolojisini anlamak kaygı ve tepkilerini doğru okumakla mümkündür. Bu kitle, siyasetin yeniden çözüm odağı olarak görülmesinin de önünü açacaktır.
Kesin inançlı kesimlerden çok bu kitleye ulaşabilecek bir dil geliştirmek bu açıdan belirleyici öneme sahiptir.
Bilinen, alışıla gelen tarz ve söylemlerle bu kitleye hitap etmek söz konusu değildir. Çoğulcu ama radikal bir politik söylem ve olabildiğince yatay yerel örgütlenme en temel boyutu oluşturmaktadır. Fırsat eşitliği ve adil paylaşıma dair beklentiyi canlandıracak bir program, doğrudan demokrasi mücadelesini de güçlendirecektir.
Yerel inisiyatiflerin koordine ve dayanışması ile yeni bir kurucu siyaset her gün daha fazla zorunlu hale geliyor. Sadece yukarıdan aşağıya değil özellikle aşağıdan yukarıya mesaj iletimi toplumsal siyasetin önünü açarak dar grup ya da kişi merkezli siyaset alışkanlıklarını da zayıflatacaktır.
Aktif yurttaşlar ve katılımcı toplum, yeni bir politika üretmenin olanaklarını ortaya çıkarır. Toplumsal adalet mesajı sessiz çoğunluğa umut, sessiz çoğunluk ise ülkelere yeni bir güven getirecektir.