Siyaset Bilimci, Hukukçu Mustafa Peköz: “14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak olan seçimlerde ister yeniden Erdoğan cumhurbaşkanı seçilsin isterse Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı seçilsin, Türkiye’nin ne iç politik dinamikleri ne de bölgesel ve uluslararası ilişkileri aynı olacaktır. Türkiye kaçınılmaz olarak bir değişim sürecine tabi olacaktır.”

Daha özgür ve adil bir yaşamın baş koşulu seçme ve seçilme hakkıdır. Türkiye’nin kader seçimleri olarak addedilen, 14 Mayıs ’da yapılacak olan genel seçim öncesi, Siyaset Bilimci, Hukukçu ve Araştırmacı Yazar Mustafa Peköz ile siyasetten, seçimlere ve gelecek öngörüsüne uzanan bir konuşma yaptık.

Röportaj: Kibar Özkan

 

Sizi tanıyabilir miyiz?

Hukukçuyum aynı zamanda Siyaset Bilimi Alanında Yüksek Lisans, Uluslararası ilişkiler/Sosyal Bilimler alanında Doktora yaptım. Siyaset Bilimi-Uluslararası İlişkiler üzerine çalışıyorum. Küresel ve Bölgesel stratejiler öncelikli olarak çalıştığı alanlardır. Bugüne kadar yayınlanan 11 kitabım ayrıca Fransızca yayınlanan bir kitabım var. Gecen yıl ‘Küresel Dünyada ve Türkiye’de Cezaevleri’ isimli bir kitabım yayınlandı. Yakında ‘Küresel Sistemde Uyuşturucunun Ekonomi Politiği’ isimli bir kitabım yayınlanacak. Uluslararası dergilerde yayınlanan birçok makalem var. Bugüne kadar 700’ün üzerinde yayınlanmış makalem bulunuyor.

 Siyaset nedir. Kısaca Siyaset tarihinden bahseder misiniz?

Siyaset köken olarak Arapçadır. Osmanlıc’da seyis Latince karşılığı olarak publicae olarak kullanılır. Daha sonra Fransızcaya politique, İngilizceye ise politics olarak geçer.  Siyaset genel olarak eğitmek, hakim olmak, idare etmek, rekabet etmek, çatışmak, yönlendirmek, fikir oluşturmak, tartışmak gibi kavramları içerir. Siyaset en dar anlamıyla, devlet ve toplum ilişkileriyle ilgilenmek olarak tanımlanır. En geniş anlamda ise devleti yönetmek yani devletin kurumsal olarak yönetildiği bütün ilişkilerin tamamı olarak tanımlayabiliriz. Böylelikle siyasetin soyut bir kavram olmadığını, devletin sınıfsal özüyle ilişkili olduğunu görürüz.

Yani devletin var olduğu ve yöneten/yönetilen ilişkisi olduğu sürece siyaset veya siyaset ilişkiler her zaman vardır. Bir başka ifadeyle siyasetin tarihi, devletin, sınıfların tarihiyle eş değerdir diyebiliriz. Ancak siyasetin ‘bilimsel’ bir kavram olarak yani akademik disiplin olarak kullanılması kapitalizmin gelişim sürecinin belirli bir aşamasından sonra olmuştur.  1860’lı yıllardan itibaren Avrupa’da  ‘siyaset bilimi’ kavramı ‘sosyal bilimlerin’ bir alt dalı olarak Fransa Oxford ve Fransa Sorbonne üniversitelerinde kullanılmaya başlanır ve daha sonra siyaset bilimini tanımlayan kürsüler  kurulur. Siyaset Biliminin ‘bağımsız’ bir dal olarak yani ayrı bir akademik disiplin olarak 1900’lü yıllardan itibaren ABD’de çok yoğun olarak kullanılır ve geliştirilir.  Örneğin  1903 yılında ABD’de ilk olarak ‘American Political Science Association’ dergisi ve 1906 yılında ise American Political Science Review’ dergisi yayınlanır. Daha sonraki yıllarda ABD’nin dünya stratejisinde ‘Siyaset Biliminin’ uluslararası ilişkilerin en önemli alanı haline getirildiğini ve çok yönlü stratejilerin geliştirildiğini görüyoruz.

Siyasetin tarihi sınıfların doğuşu ve devletlerin ortaya çıkışı kadar eskidir. Ancak günümüz dünyasında Siyaset Bilimi kavramı küresel çaptaki ilişkilere yön veren etkili bir argüman haline geldiğini söyleyebiliriz.

 

“Yaşayan herkes siyaset yapıyor” kanısına katılıyor musunuz? Siyaset gerekli midir?

Siyaseti devletin gündelik işleriyle uğraşma olarak tanımladığımıza göre  toplumun bütün bireyleri siyaset yapar ve yapmalıdırlar. Sıklıkla kullanılan ‘siyasete karışmayın, siyasetten uzak durun’ kavramının kendisi dahi siyaset yapmakla ilişkilidir.  Toplum bireyleri, kendi geleceğini belirleyen yöneticileri seçtiklerine göre siyaset alanının içerisinde bulunuyorlar demektir. Herkes siyasetle ilgilenmelidir. Siyasetle ilgilenme oranı arttıkça, çok yönlü fikirlerin oluşması, tartışmaların zenginleşmesi, alternatiflerin oluşturulması gibi önemli avantajlar ortaya çıkabilir. Böylelikle devleti ve kurumları yönetmek isteyenlerin kendisini seçecek olan kişi karşısındaki pozisyonu da değişir.
Siyaset gerekli midir? Evet veya hayır demekten çok bireyin toplum, devlet ve kurumlarla olan zorunlu ilişkisi nedeniyle siyasetin içerisindedir.  Siyasete karışmayın yani apolitik olun demek, siyasal alanın ve devlet yönetiminin elit bir azınlığın elinde toplanmasına yol açar. Tarihsel olarak hep böyle oldu. Böylelikle toplum bireylerinin siyasal alanda çekilmesi, belirli çıkar gruplarının birey ve toplum adına ama toplum ve bireye rağmen karar vermesini doğurmaktadır. Bu bakımdan herkesin siyaset alanı içerisinde toplumsal sorunlarla ilgilenmesi, fikir belirtmesi ve alternatif olması, toplumsal gelişmede önemli bir rol oynar.

Siyaset, hedefe ulaşılmada izlenen bir yol olarak tanımlanabilir. Bu yolun nasıl belirleneceği

Demokrasi en iyi yönetim şekli midir?

Demokrasi kavramı sosyal bilimlerinin ve siyaset biliminin en çok tartıştığı konulardan biridir. Demokrasi ile sınıflı gruplar, devlet, toplum ve yönetim biçimleri arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Bu bakımdan ‘demokrasi’ saf veya nötür bir kavram olarak ele alınamaz. Platon, demokrasiyi tanımlarken  şöyle bir tespit yapar: "Çok hoş bir siyasal düzendir, anarşik ve rengarenktir, eşit olanlara ve olmayanlara aynı şekilde, ayırım yapmaksızın, bir tür eşitlik atfeder.” Platon bu tanımlamayı Atina devletinin ‘özgür vatandaşları’ için kullanır. Örneğin demokrasi kavramında köleler bulunmaz. Çünkü köleler Atina Devlet düzeninde köleler ne insan kategorisindedir ne de vatandaş grubundadır. Yani  ‘eşit olanlar ve oymayanlar aynı şekilde eşittir’ anlayışı aslında yine de toplum ve bireyler için eşit değildirler. 

Demokrasi kavramı, en geniş şekilde de ele alsak sonuçta iktidar gücüne dayanır. Burada özgürlük kavramı devreye giriyor. Yani kimin için demokrasi-Kimin için özgürlük?  Demokrasiyle Özgürlük arasındaki derin bağ sorunun esasını oluşturuyor. Dünyanın hiçbir yerinde ayrım yapılmaksızın tüm toplum bireyleri arasında tam bir demokrasiden tam bir özgürlükten söz edemeyiz. Çünkü demokrasinin sınıfsal bir özü var. Devlet ve devlet yönetimiyle demokrasi arasında derin bir bağ var. Bu bakımdan demokrasi kendi başına bir yönetim şekli değildir. Toplumsal etki alanının genişletilmesi devletin pratik uygulama alanının sınırlanmasıyla ve bireylerin ve sivil toplum kurumlarının yönetim alanındaki etkilerinin artmasıyla özgürlük alanı genişler, devletin iktidar alanı daralır ve böylelikle demokratik yapının gelişmesi sağlanır.

 Halk, kendisini kimin yöneteceğini gerçekten seçebiliyor mu?

Tarihsel olarak bakıldığında halkın kendi kendisini yönettiği toplumsal sistemler olmuştur. Ancak devletin ve farklı sınıfsal grupların ortaya çıkması, egemen sınıfların iktidar gücü olarak devlet aygıtını elinde toplaması nedeniyle genel olarak halkın yönetim sisteminde yer aldığını göremiyoruz. Halk için demokrasi ve iktidar denilen sosyalist ülkelerde dahi, devleti toplum adına belirli bir azınlık yönetmiş. Devlet güçlenmiş, toplum bireylerinin siyaset ve demokrasi alanına olan ilgileri zayıflamış. Gelişmiş kapitalist ülkelerde de devlet, genellikle belirli bir azınlık tarafından yönetilmiş. Yukarıdaki açıkladığımız demokrasi kavramıyla halkın kendisini kimin yöneteceğini seçebiliyor mu? Sorusu arasında bir bağ var. Demokrasi, 4-5 yılda bir gidip sandıkta oy kullanmak olarak tanımlandığında halk kendisini yöneteceğini seçiyor deriz. Ama işin gerçeği böyle değil. Çok basit olarak halk, oy kullandığı kişilerin çok önemli bir kesimini tanımıyor. Kim olduğunu bilmiyor. Halkın önemli bir kesimi oy verdiği partinin politik programı hakkında çok az bilgi sahibi oluyor. 

Halkın özgür iradesiyle bilerek oy tercihini kullandığını söylemek zor. Özellikle günümüz dünyasında toplumu etkileyen ideolojik-politik propaganda aygıtlarının son derece etkili ve yaygın kullanıldığı görüyoruz.

Halkın kendi özgür iradesiyle, bilinçli bir şekilde kendi yöneticilerini seçmesi için, devlet aygıtının ve onun propaganda aygıtlarının olmadığı, seçtiği kişiyle istediği zaman görevde alma yetkisine sahip olduğu bir toplumsal düzenin varlığını gerektirir. Halk kendi özgür iradesiyle belirli bir dönem için yetkilendirdiği yöneticiyi seçebilir ve görevden alabilir. Bu da halkın kendi  özgür iradesini ortaya koyacak bütün koşulların oluşturulması gerekir.

 Derin devlet, kavramını açıklar mısınız? Hayatımıza nasıl girdi?

Derin devlet tanımından önce devlet tanımlamasını yapmak gerek. Devleti, sistemin varlığının devamını sağlayan kurumlar bütünüdür. Devlet soyut olmayıp sınıfsal bir özellik taşır. Sınıfsal özelliği nedeniyle devlete hakim olan sınıf temsilcisi erk/iktidar olur.  Devlet militarist bir güçtür ve hangi devlet biçimi olursa olsun silahlı yani askeri bir mekanizmayı temsil eder. Bu bakımdan devlet ile diktatörlük arasındaki bağın doğru tanımlanması gerekir.  Kurumsal olarak devletin diktatörlük bir özelliği var. Devleti yöneten bireyin diktatörlüğü olmaz, devletin başındaki ki temsili olarak bir rol oynar yani esasen kişinin değil sistemin diktatörlüğünden bahsedebiliriz. Devletin diktatörlük veya baskıcı alanının sınırlandırılması, kurumsal olarak devletin toplum üzerindeki hakimiyetinin, politik, toplumsal ve kurumsal etkisinin sınırlandırılmasıdır.

Devletin kurumsal yapıları dışından ayrıca ‘derin’ devlet kavramının doğru olmadığını düşünüyorum.  Yani iyi ve güzel olan devleti, bazı kişiler bir araya gelip ‘derin’ bir yapı oluşturuyorlar ve devletin adını lekeliyorlar. Bu kişiler temizlenirse devlet de kurtulur. Hiç şüphesiz ki bu bir yanıltmadır. Devlet temiz, bireyler kirlidir mantığıdır. Devletin, stratejik kurumları vardır. Devletin istihbarat, ordu, polis gibi silahlı güçleri devlet adına cinayetler de işler, katliamlarda yapar. Dünyanın hemen her yerinde bunların yüzlerce örneği var. Bu kurumların yaptığı görevler esasen devletin verdiği bir sorumluluktur. Bu nedenle devlet içerisinde devletin stratejik kurumları dışında ve yönetim erki dışında başka bir derin devlet yok. Örneğin kontrgerilla denen kurum derin devlet olarak değerlendirildi ama kontrgerilla hem NATO’nun hem de Türkiye’de devletin kurumsallaştırdığı bir yapı olduğu görüldü. Kısacası derin devlet, esasen devleti temize çıkartma planının bir parçasıdır.

Dünyadaki fakirliğin sebebi ya da çözümü iyi bir siyasi programla yok edilebilir mi?

Dünyadaki yoksullaşma küresel sistemin izlediği ekonomik-politik stratejiyle doğrudan ilişkilidir. Dünya’da silahlanmaya ayrılan bütçe yıllık olarak yaklaşık 2,5 trilyon dolar. Uyuşturucuya harcanan para yaklaşık 1,5 trilyon dolar olarak belirlenmiş. Dünya küresel-lokal savaşların içinde. Dünyanın GSMH birkaç gelişmiş ülkenin elinde toplanmış. Dünyanın zenginliklerinin % 80, dünya nüfusunun % 15’nin elinde toplanmış. Dünya bankası verilerine göre 1,9 dolar altında yaşayan aşırı yoksul kesimin toplam nüfusa oranı %15,5 seviyesinde iken 3,2 dolar altında yaşayanların oranı %46,7 seviyesindendir. Bütün bu tablonun değiştirilmesi için küresel sistemin değişimiyle ilgilidir. Ancak sistemlerin değiştirilmesi çok uzun yıllar alacağı dikkate alındığında dünyadaki yoksullaşmanın azaltılması için ciddi toplumsal projelerin oluşturulması ve bunların küresel çapta yaygınlaştırılması mümkündür. Bu nedenle bugünkü sistem içerisinde dünyadaki fakirlik bütünlüklü yok edilmez ama azaltılması için toplumsal projelerin oluşturulması pek ala mümkündür.

 

Türkiye’nin seçim öncesini ve sonrasını nasıl görüyorsunuz?

14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak olan seçimlerde ister yeniden Erdoğan cumhurbaşkanı seçilsin isterse Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı seçilsin, Türkiye’nin ne iç politik dinamikleri ne de bölgesel ve uluslararası ilişkileri aynı olacaktır. Türkiye kaçınılmaz olarak bir değişim sürecine tabi olacaktır. Kamuoyu araştırmalarına göre Erdoğan’ın kazanma olasılığı Kılıçdaroğlu’na göre daha az görünüyor. Erdoğan kazansa dahi değişim süreci başlayacaktır. Bugüne kadar sürdürülen özellikle bölgesel ve uluslararası politikaların önemli oranda değişeceğini söylemek yanlış olmaz. Kılıçdaroğlu’nun kazanması durumunda küresel sisteme uyum biraz daha hızlı olacaktır.

Erdoğan’ın kazanması durumunda sanıldığı gibi tek adam rejiminin çok daha güçlenmeyecektir. Kurumsal yapıların yeniden ön plana çıkartılması kimseye sürpriz gelmemelidir. Kılıçdaroğlu’nda beklenti oldukça üst düzeyde olacaktır. Bu nedenle sorumluluğu çok daha fazla olacak gibidir. Türkiye’de devlet sisteminin yeniden parlamenter yapıyı dönüşmesi, iç politik dengeleri olumlu yönde etkiler. Ancak bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu yapısal sorunların çözümü uzun bir süreci gerektirir. Hiç kimsenin sihirli bir değneği yok.  Kısacası kim kazanırsa kazansın, değişim kaçınılmazdır.