Türk Silahlı Kuvvetleri, 12 Eylül darbesi ile Türk solunun üzerinden silindir gibi geçti. Bunun etkisiyle; sol batıda liberalizme kayarken, doğuda milliyetçi, silahlı Kürt hareketi doğdu. Planlı mıydı? Değil miydi? “Bizim çocuklar” başarırken bunu tahmin etmiş miydi? Ya da başkalarının tahmininden habersiz miydi? Bilinmez. Ama şu bir gerçek ki; Kürt gençlerinin dağa çıkışı ve PKK’nın silahlı bir harekete dönüşmesinin miladı askeri darbe sürecinde yaşananlardı.
Solda bunlar olurken, sağda; “tak denildiğinde, şak yapan” paşa, 1980 artığı MHP militanları ve derin(!) denen devletin temsilcileri ile birlikte, NATO’nun yıkılmayan tek Gladio’sunu canlandırdı: Ergenekon.
1990-2000 dönemi, Ergenekon ile PKK arasında, savaşın ve terörün finansmanı ile oluşan devasa kara para sahasında yaşanan mücadelelerle geçti. Susurluk kazası, Sabancı cinayeti, Sakarya-Sapanca infazları; derin(!) devletin gücünü ve uyuşturucu piyasası aktörü olduğunu gösterdi.
Zamanında hedefine ulaşamamış bir silahlı hareketin finansman gereksinimi ve bu işten kâr eden devlet uzantılarının kazanç savaşıydı yaşanan. PKK ve derin devletin uyuşturucu savaşı kurbanları, kazananları milli kahramanlar haline gelmişti. Hiçbir rezalet iki tarafın inatçı taraftarlarının sorgusuna uğramadı. 1980’den 2000’e aktarılan iki kadro vardı: PKK ve Ergenekon.
AKP işte bu koşullarda sahaya girdi. Cemaat, rakibi Ergenekon’un emir kulu generallerine saldırmakla, onları tutuklamakla kazanacağını ummuştu. Bu, Türk devletini iyi tanımadığı anlaşılan NATO’nun en büyük hatası oldu. Türkiye sermayesinin ve devletin sivil görünümlü faşist tayfasının, TSK üstündeki gücünü hesaplamamışlardı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin tarihine ve yapısına o kadar uzaklardı ki darbeleri generallere yaptırdıklarına inandılar.
Uzun yıllar hazırlanması için kaynak harcanan sivil Cemaat ekibi bir gecede ya silindi ya devletin kanatları altına sığındı. Müslüman demokrat partinin çekirdeğindeki ılımlı Müslümanlar, bir anda darmadağın oluverdiler. Cemaat’in kendine göre şekillendirdiği TSK ve Ergenekon’un SADAT’ı, 15 Temmuz 2016’da çarpıştı. O gece Boğaz Köprüsü’nün bir yönünü kapatmaya gelmeyen SADAT kazandı.
SADAT’ın arkasındaki grup, önce başkanlık sistemine ardından da kanatları kırık TSK hâkimiyetine ulaştı. Görünürde kazanmışlardı. İstedikleri yasaları, kararnameleri çıkartma yetkisine sahip Cumhurbaşkanı, TSK’yı elde tutan Savunma Bakanı ve emniyetin başındaki İçişleri Bakanı ile ideal kadroydular. AKP-MHP’nin her denileni itirazsız kabullenecek temsilcileri ile TBMM’deki ufak tefek pürüzleri bile çözecek yapıdaydı. Kısacası her şey eldeydi.
Elde ettikleri güçle, yurt içi ve yurt dışı bütün yasal veya yasa dışı gelirlerine hâkim olma savaşında, önce Zarrab, sonra Halkbank davaları ile kanallarını kaptırdılar. Kupon arazi uluslararası sistemin kabulleneceği bir alan değildi. Çareyi; 1990’lardan tanıdıkları uyuşturucu trafiğine katılımda gördüler.
Bugün başlarına açılan belaların kaynağı da muhtemelen bu yanlış tercihleri oldu. Türkiye’den alacaklarını, ticaret savaşlarındaki konumunu kontrol etmek isteyen devletler ve uluslararası finansman merkezleri, bu yöntemle sıyrılmalarına izin vermedi. Üst üste yakalanan sevkiyatlar, Suudi Arabistan, BAE ve Mısır ile masaya oturarak resmi yollardan borç almaya mecbur bıraktı.
Tıpkı Cemaat gibi, sonsuz güce, yurt içinde istediklerini yapabileceklerine inandıkları anda geldi darbe. Hem de kendi içlerinden Sedat Peker faş ediyordu rezaleti. Temsil için öyle bir kişilik seçilmişti ki, hepsini tanıyor, hepsinden emir almış ve hepsiyle fotoğrafları vardı. Seçtikleri çekiç kadar, seçtikleri hedef de iyiydi. Sacayağının en zayıfı, en bilgisizi: Süleyman Soylu. Önce yasal ayak Soylu bitirildi, ardından sıra yasadışı silahlı güç SADAT’a geldi. Şimdi soru: Bu beklenmedik darbenin sahipleri kim ve bizi götürdükleri yolun sonu ne olacak.
Yarın: Son ve büyük savaş: 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri. Ya devlet başa ya kuzgun leşe!