Değişimin zorunlu kıldığı bir yol ayrımına doğru gidiyoruz. Üstelik yalnız iç sorunlarımız değil, bölgenin bulunduğu bataklığa ve büyük güçlerin yarattığı sele kapılmış haldeyiz.
Dünyada 1979’da başlayan Neoliberal döneme, Özal’ın “serbest piyasa” programı ile dahil olduk. Jeopolitik konumumuz, 1980’den itibaren, bizi her geçen yıl bu selden en çok etkilenen ülkelerden biri haline getirdi.
Kendimce, 2000’lerin başını bugünkü halimiz açısından çok önemli görüyorum.
Rusya’da Putin’in iktidar ilanı, Çin’in 2001’de DTÖ’ye katılması ve bizim 2001 krizi ardından, “Demokrat Müslüman” görünümlü AKP’ye teslim olmamız, değişime kapılmamızın ve geldiğimiz noktanın ispatıdır.
Trump’ın gelişi ile birlikte 2025 yılı, selin yön değiştirdiği ve bu sefer kıyısından köşesinde değil, girdabın ortasında olduğumuz bir dönemin açılışı oldu. 1980’den itibaren Batı’ya eklemlenmiş “Türkiye müesses nizamı” bugünlerde iki akımın arasında; ABD ve AB, kendine yer bulmaya çalışıyor.
2000’lerin başındaki değişimde AKP’li yeni yönetimle yerini alan Türkiye, bu sefer de aynı kadronun yönetiminde yer bullmaya çalışıyor ki İmamoğlu’nun engellenmeye çalışılmasında temel motivasyon budur. Bu yüzden 19 Mart Darbesi yurt içinde olduğu kadar, Orta Doğu-Avrupa ekseninde de önemli bir dönüm noktasıdır.
23 yılın, birçoğu; hesap verilmesi, yargılanması gereken yükünü taşıyan Erdoğan ve Bahçeli’nin bu değişimi kaldıramayacağı çok açıktır. İki siyasetçi de baskıcı tavırları ile kendilerini ikame edecek parti içi adayları yok etmiş haldeler. Uzun zaman iktidarda olmanın getirdiği nimetleri kaybetmek istemeyen partililerinin de bu talepte olması, kurumsallaşmış bir otokrasinin ortaya çıkmasına ve zorla yaşatılmasına neden oluyor.
En iyi olasılıkla iki insanın hayatları ile sınırlı olan bu sistemin sürdürülmesinin, her geçen gün, daha kötü sonuçlara yol açacağı da ortadadır. Bu durumda girdaptan çıkılmasını sağlayacak değişimin, mevcut; kadrosuz, baskıcı yönetim dışında aranmasını zorunlu kıldığı, tartışılmaz biz gerçek olarak önümüzde duruyor.
19 Mart Darbesi’nin temelinde, bu çıkmaz sokakta ısrar yatıyor.
CHP, Mayıs’23 seçimi sonrası yaşadığı değişimle, Kılıçdaroğlu ile devlet arasındaki kurulmuş bağı kopardı. Bilinçli ya da şartların zorlamasıyla, yeni koşullarda Dünya ile iletişime hazır hale geldi. Bu denk geliş yalnız devleti değil, ABD ve AB’yi de şaşırtmış görünüyor.
ABD’de Rubio’nun “görüşmede İmamoğlu konuşulmadı” diyen Fidan’ı yalanlaması, suskun kalan AB’nin Özer’in sert çıkışı ile silkinip ardı ardına kararlar ve kınamalar yayınlaması, ABD’nin AB elçisi konumundaki Meloni’nin İtalya-Türkiye görüşmeleri belirsiz bir zamana ertelemesi (tıpkı 2019 yerel seçiminde olduğu gibi) İmamoğlu’nu bir anda “Erdoğan’sız da olur” seçeneğinin ismi haline getirdi. AB’nin, ABD ile yaşadığı sorunlar düşünüldüğünde, hızla dengesizleşen bölgede, 86 milyonun, en azından, maceradan uzak, istikrarlı bir yönetimde olmasını istemesi son derece anlaşılabilir.
ABD ise tam tersi bir pozisyonda. Suriye üzerinden ulaşarak sahneden indirmeyi planladığı İran’ı zorlayabilecek konumda, ikna edilmesi(!) kolay bir topal ördek ile çalışmayı tercih edecektir.
Değişim yaşanmaz ise ülkenin mevcut koşullarını arayacağımız bir gündeme doğru gittiğimizi; ileride, yalnızca ekonomik ve sosyal değil, toprak bütünlüğü alanında da ağır sonuçlarla karşılaşacağımızı düşünüyorum.
Sonuç olarak, başta kullandığım Yol Ayrımı bence gerçektir ve yıllar değil aylar içinde oraya geleceğiz. Şu anda Türkiye ile sınırlı görünen Erdoğan ve İmamoğlu arasındaki mücadele; yerelden öteye, fazlasıyla global sonuçlar üretecek önemdedir.