Hızına anlam vermekte hala zorlandığımız bir Suriye değişimi yaşandı. Birkaç ay öncesine kadar ısrarla masaya oturmak istediği Esad’ın ani gidişini sahiplenen/sahiplendirilen Türkiye Cumhuriyeti, Trump’ın bir türlü tam çevirisine ulaşılamayan(!) açıklaması ile, Esad’ın gidişinde baş rol oyuncusu ilan edildi.

Esad ile görüşmelerin başarısız oluşunda incelenmesi gereken bir konu da Hakan Fidan’ın samimiyetidir. “Aylardır hazırlık yapıldığını biliyoruz, gerekli istihbarata sahibiz” diyen eski MİT Başkanı, mevcut Dışişleri Bakanı’nın, o görüşmelerde “destek mi, yoksa köstek mi?” olduğu zamanla ortaya çıkacaktır. Cevabın, darbeci Kenan Evren’in “koşulların olgunlaşmasını bekledik” yaklaşımı çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.

Gündemi sıraladığımızda, Türkiye’nin dahlinin olduğunu fakat Hakan Fidan dışında  haberinin olmadığını görebiliriz. Açıktır ki Hey'etu Tahrîri'ş-Şâm (HTŞ) ve Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) beslenmesinde Türkiye kaynakları kullanılmış fakat hızlı değişime hazırlık yapılmamıştır. Devlet Bahçeli’nin PKK ile anlaşma çabaları da Fidan’ın ardından ikinci bilginin MHP’ye ulaştırıldığı anlamına geliyor. Saray’ın, başta RTE olmak üzere, uzun süre Öcalan görüşmesine soğuk bakması, ki anca HTŞ saldırısı ile Uçum’un itirazları son buldu, bu habersiz olma halinde şüpheye yer bırakmıyor. İbrahim Kalın’ın Emevî Camii ziyareti, Saray’ın Hakan Fidan’a eklemlenmesinden başka bir sonuç yaratmadı.

Hakan Fidan verdiği son demeçlerde, RTE ve saray tarafından ısrarla tekrarlanan, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile silahlı mücadele alternatifinin mevcut olmadığını belirtiyor. HTŞ ile sürekli istihbarat paylaşımı yapıldığını söylemesi, hele ki Türkiye’de yüksek lisans eğitimi almış bakan atamalarından sonra, karar vericinin kendisi olduğuna işaret ediyor.

Suriye’de üstlenilmesi beklenen aktif görevin, siyasal sonuçları tartışılsa da uzak durulan asıl konu “mali kaynak nereden bulundu, nereden bulunacak?” nedense medyada yaygın tartışmalarda yer almıyor. Değerlendirmeler inşaat ihaleleri ve enerji nakil hatlarından gelir elde edileceği üstüne kurulu. Durum Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) yatırımlarına benziyor. Cebimizden bir kuruş çıkmadan yatırım yapılıyor(!) denen KÖİ’lerin dipsiz kuyu olduğu anlaşılalı çok oldu.

Yıllardır; asgari ücret ve emekli maaşlarında reel düşüş, sosyal desteklerde kısıntılar fakat merkezi yönetimin harcamalarındaki artış sonucunda düşmeyen enflasyonun nedeninin, yalnızca yurt içi mültecilere değil, Suriye’deki silahlı gruplara yapılan kaynak aktarımı olduğunu düşündürtmektedir.

Bu durumun ağırlaşarak süreceğini öngörebiliriz. Üstlenilen görevin “tüm alt yapısı ile çökmüş bir devleti ayağa kaldırmak” olduğu düşünüldüğünde, en azından birkaç yıl devasa kaynak yutan bir faaliyet olacağı açıktır. Güvenlik, sağlık, beslenme gibi alanlar ise yıllarla değil haftalar içinde çözülmesi gerekecek sorunlardır. Bunların Ukrayna’ya para yağdırmak zorunda olan AB’nin, üstelik yurt içi mültecilere kullanılmak üzere, tahsis ettiği bir milyar € ile yapılamayacağı da meydanda.

Gündelik hayata dair bu harcamalar, sükûnetin hâkim olduğu; içindeki farklı etnik ve dini grupların kontrolde tutulabildiği, İsrail, ABD ve İran’ın ortalığı karıştırmadığı koşullarda bile zor karşılanır rakamlar iken, aksi durumda ne olacaktır? Kaynak nerededir? Vatandaşın yoksullaşmasına neden olan harcamanın merkezi, daha da ağırlaşarak ve genişleyerek önümüzde duruyor. Muhalefetin, iktidarın coşturduğu fetih hayallerine karşı sesini çıkartamadığı belli fakat en azından medyanın bu durumu sorgulaması gerekmez mi?

Bugüne kadar AKP-MHP’nin tavrına bakarsak, akla gelen ilk çözüm; halkın bu yükü daha da yoksullaşarak üstlenmesi, devletin daha büyük borçların altına girmesi, geleceğin daha da yoksul ve yılgın yığınların yaratılmasıdır. Ne yazık ki bu da cevabı anca yaşanarak öğrenilecek sorulardan biridir. Her sorunda olduğu gibi, çözümünün ertelenmesi daha da büyük felaketlere yol açacaktır.