2008 küresel finansal krizi, neo-liberal politikaların kırılganlığını gözler önüne sererek dünya genelinde ekonomik ve toplumsal sarsıntılara yol açtı. Finansal piyasaların çöküşü, devlet müdahalesini zorunlu kılarken, kurtarma operasyonlarının yükü alt gelir gruplarına yüklendi ve eşitsizlikleri derinleştirdi. Bu süreç, kapitalist sistemin meşruiyetine dair sorgulamaları artırırken, ortaya çıkan toplumsal muhalefet hareketleri neo-liberalizmin yarattığı adaletsizliklere tepki olarak şekillendi. Ancak bu hareketler, alternatif bir sistem arayışından çok, mevcut düzenin reforme edilmesi taleplerine odaklandı. Bu metin, neo-liberalizmin ekonomi-politik sonuçlarını, krizlerin toplumsal yansımalarını ve Marksist perspektiften sistemin çelişkilerine dair bir değerlendirmeyi sunmayı amaçlamaktadır.
2008 küresel finansal krizinin yıkıcı etkileri, borç batağına sürüklenen finansal kurumları, bankaları ve mali piyasaları kurtarmak için ABD ve Avrupa gibi finans merkezlerinde kamu müdahalesini zorunlu kıldı. Devlet bütçelerinden milyarlarca dolarlık kredilerle desteklenen bu kurtarma operasyonları, krizin ilk yakıcı aşamasını geçici olarak yatıştırsa da, yükü dolaylı ve dolaysız vergilerle alt gelir gruplarına taşıdı. Hükümet politikaları, tasarruf inisiyatifini bu kesimlere dayattı ve süreç, geniş halk kitlelerini daha derin yoksulluğa iterek kapitalist sistemin temellerinde ciddi yaralar açtı. Sistemin yapısal sorunlarından kaynaklanan bu krizler, halk nezdinde meşruiyetini sorgulatsa da, radikal bir dönüşümün nasıl gerçekleşeceği ya da alternatif bir sistemin nasıl kurgulanacağı henüz netlik kazanmadı.
Kurtarma operasyonlarının ardından oluşan devasa bütçe açıklarının faturası, kemer sıkma politikalarıyla halklara yüklendi. Buna karşı kendiliğinden ortaya çıkan toplumsal muhalefet hareketleri, 2011’den itibaren özellikle Avrupa ve ABD’de sıklaştı. Ancak bu hareketler, mevcut sisteme alternatif bir düzen arayışından çok, sistemin daha adil bir şekilde düzenlenmesi ve çarpıklıklarının giderilmesi taleplerine odaklandı. Henüz ideolojik ve politik yönü tam olarak netleşmeyen bu hareketler, neo-liberalizmin ekonomi-politik sonuçlarına bir tepki olarak şekillendi.
Neo-liberalizmin yol açtığı sorunlar arasında reel sektörün gerilemesi, artan işsizlik, refah seviyesinin düşmesi, esnek ve taşeron istihdam biçimlerinin yaygınlaşması, tarımın yerel üretimden uzaklaşarak uluslararası şirketlerin egemenliğine girmesi, ekolojik tehditlerin artması, köktendincilik, cinsiyet ayrımcılığı ve mikro-milliyetçiliğin körüklediği nefret ortamı ile sosyal devlet haklarının sermaye lehine budanması yer alıyor. Bu sorunlar, toplumun alt katmanlarını derinden etkileyerek toplumsal huzursuzluğu artırdı.
Doğu Bloku’nun çöküşü ve çift kutuplu dünyanın Batı lehine tek kutba evrilmesi, Rusya, Çin ve Hindistan gibi yeni dinamiklerin kapitalist pazarın bölgesel odakları haline gelmesiyle jeo-stratejik ve jeo-politik dengeleri değiştirdi. Bilim ve teknolojideki ilerlemeler, üretim, dağıtım ve pazarlama kanallarını genişletirken, finans kurumları sanal ağların küresel yaygınlığıyla etki alanlarını maksimize etti. Finans sektörü, tahvil, bono, hisse senedi, döviz kuru gibi araçlarla balon büyüme etkisi yaratarak kâr maksimizasyonunu sanal bir ekonomik büyüme endeksi gölgesinde genişletti. Türev ürünlerle kağıttan kağıt türetme işlemleri, 2005’te 300 trilyon dolar olan piyasa değerini 2008’de 684 trilyon dolara çıkardı. Ancak bu balon, ABD mortgage piyasasındaki sorunlarla patladı. Düşük kredibiliteli kişilere verilen değişken faizli konut kredileri, FED’in faiz artırımlarıyla ödenemez hale geldi ve mortgage piyasası çöktü.[1]
Başlangıçta ipotek krizi olarak ortaya çıkan bu durum, kısa sürede likidite krizine, ardından reel sektöre sıçrayarak küresel bir ekonomik krize dönüştü. ABD merkezli bu kriz, Avrupa piyasalarını da etkiledi ve Türkiye gibi “çevre-bağımlı” ekonomilerde ihracat pazarlarının daralması, üretim ve istihdam kayıplarına yol açtı. Sıcak paranın çekilmesiyle kurlar yükseldi, kırılgan mali yapılar dengesizliklere sürüklendi. Otomotiv ve tekstil gibi sektörlerdeki daralmalar, sanayi üretimindeki düşüşler ve çok uluslu şirketlerin iflas noktasına gelmesi, hükümetleri acil eylem planları uygulamaya zorladı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Keynesyen politikalarla kapitalist sistem, 1945-1975 arasında “Altın Çağ”ını yaşadı. Finansal faaliyetler üzerinde devlet denetimi, enflasyon ve durgunluğu önlemek için agresif mali politikalar ve talebi canlandıran yüksek ücret rejimi bu dönemin özelliklerindendi. Sosyal devlet anlayışı, özellikle Avrupa’da kökleşerek toplumsal muhalefet hareketlerinin temelini oluşturdu. Ancak 1970’lerdeki petrol krizi, stagflasyon ve Bretton Woods sisteminin çöküşü bu dönemi sona erdirdi. Reagan ve Thatcher liderliğinde neo-liberal dönüşüm başladı: Finansal piyasalar deregüle edildi, devlet küçültüldü, sosyal korumalar zayıflatıldı ve serbest ticaret önceliklendirildi. Bu süreç, 1973 Şili darbesiyle ve “Şikago Okulu”nun etkisiyle pratikte hayata geçti.[2]
Türkiye gibi çevre ülkelerde IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla “yapısal uyum” programları uygulandı. İthal ikameci model terk edilerek dış ticaret serbestleştirildi, özelleştirmeler yapıldı ve piyasa ekonomisiyle entegrasyon hızlandı. Küresel sermaye, ucuz hammadde ve işgücüne erişim için bu ülkelerde altyapı yatırımlarını artırdı.
Neo-liberalizmin yarattığı eşitsizlik çarpıcıdır. 1960-1995 arasında en zengin %20’nin gelir payı %70’ten %86’ya çıkarken, en yoksul %20’nin payı %2,3’ten %1,3’e düştü. Bugün dünya nüfusunun yarısı günde 2 dolardan, 1,5 milyar insan ise 1 dolardan az gelirle yaşıyor. Dünya Gıda Örgütü’ne göre 1 milyar insan açlık çekiyor. Bu veriler, kapitalist sistemin yapısal çelişkilerinin insanlığa kriz, savaş, yoksulluk ve açlıktan başka bir şey sunmadığını gösteriyor.
Demek ki, Kapitalizm ne kadar allanıp pullansa da, ne kadar sosyalizm düşmanlığı yapılarak kapitalist ekonomi-politik sistem şişirilse de, insanlığa: krizlerden, savaşlardan, ölümden, açlıktan, hastalıklardan, yoksulluktan başka bir şey getirmiyor. Getiremez de. Çünkü bütün bu sorunlar kapitalist sistemin doğasından kaynaklanıyor. Dünyada bir avuç sermayedar sınıfın dünya nüfusunun en yoksul yüzde 20’sinden 60 kat daha fazla kazanabilmesi için, sistem mekanizmalarının bu sorunları üreterek işlemesi kaçınılmaz ve sisteme göre gereklidir. Bu yüzden Kapitalist sistemin çeşitli yollarla “tedavi edilmesi” de, bugün “reçete” olarak öne sürülen uygulamalarla yaşatılması da mümkün değildir. İster istemez insanlığın kolektif alınyazısını belirleyen “tarihin gidiş kanunları” hükmünü yürütecektir. Kurucu Marksizm ustalarının Bilimsel Sosyalizm eserlerinde bilimsel olarak izah ettikleri gibi, insanlık, tarih yolunda kaçınılmaz olarak Kapitalizm aşamasından Sosyalizme geçerek daha ileriye doğru bir adım daha atacaktır. İnsanlığın biricik umudu olan Marksizm, bu adımın atılışında insanlığın yaşadığı acıları en aza indirmenin yollarını, çektiği doğum sancılarını ve dökülen kanları önlemenin çarelerini de açıkça ortaya koymuştur. Bugün dünyada olup bitenlerden de anlaşılacağı gibi, insanlık Marksizm’in ortaya koyduğu bu yolları ve çareleri er geç bilinçle kavrayarak uygulayacak yüceliğe de erecektir.
[1] Sönmez, Mustafa. “Teğet”in Yıkımı: Dünyada ve Türkiye’de Küresel Krizin 2009 Enkazı ve Gelecek. S. 21-22. İstanbul
[2] Munck, Ronaldo. “Neoliberalizm ve Siyaset.” Neo-Liberalizm: Muhalif Bir Seçki, S. 110. İstanbul: Yordam Kitap.