Tüm Türkiye’nin gözü kulağı anayasal protesto haklarını kullanarak barışçıl eylemlere katılmaları gerekçesiyle tutuklanan 301 gençte. Bu röportajı hazırlarken yüzü aşkın genç için tahliye kararı çıktı. Fakat hala içeride karar bekleyen yüzlerce genç daha var. Sürecin ilk gününden beri bizzat temasta olduğum gönüllü İstanbul Barosu Avukatlarından Av. Sergen Hamzaçebi’ye süreçte yaşanılanları sordum. Gerçek olmamasını dilediğimiz, kamuoyuna yansıyan her iddianın hukuksuz uygulamalarla dolu perde arkasını kendisinden dinledim. Okurken yüreğiniz yorulacak ama bazı cümleler de umut verecek: “Gençlerin gözlerinde korku değil direnç var!..”

Saraçhane ve devamında gerçekleşen eylemlere katıldıkları gerekçesiyle tutuklanan 301 öğrencinin gözaltına alınma ve tutuklanma süreçleri Anayasa’nın 34. maddesi ve AİHS’in 11. maddesi ile ne kadar uyumlu? Buradaki sürecin zemini hukuki mi politik mi nasıl değerlendirirsin?

Anayasa’nın 34. maddesi, herkesin önceden izin almaksızın barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahip olduğunu açıkça ifade eder. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 11. maddesi de bu hakkı güvence altına alır. Saraçhane’de başlayan ve birçok merkezde gerçekleşen eylemler, şiddet içermeyen, silahsız, tamamen barışçıl protestolardır. Bu nitelikteki bir eyleme katılan gençlerin gözaltına alınması ve ardından tutuklanmaları, hukuki değildir. Bu süreçte hukukun değil, siyasi iradenin belirleyici olduğunu görmek zorundayız. Hükümet, gençliğin bu kadar güçlü bir refleks göstereceğini öngöremedi. Beklenmeyen yerden, yani özgürlük talep eden bir kuşaktan gelen bu ses, iktidarı rahatsız etti. Bunun üzerine, yargı araçsallaştırılarak bir sopa gibi kullanılmaya başlandı. Hukuki süreçler delilsiz, kolektif ve cezalandırıcı bir biçimde işletildi. Gözaltı ve tutuklama kararları, bireysel durumlara bakılmaksızın, genel bir bastırma stratejisinin parçası olarak verildi.

Tutuklama, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 100. maddesine göre bir koruma tedbiridir. Ancak bu vakada tutuklama, suçun şahsiliği ilkesine aykırı biçimde, toplu bir cezalandırma yöntemine dönüştürüldü. Delil durumu, kaçma şüphesi ya da somut tehlike değerlendirilmeden verilen bu kararlar, açıkça keyfî kararlardır. Anayasa’nın 19. maddesi ve AİHS’in 5. maddesi uyarınca kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ihlal ediliyor.

Peki CMK 100. maddesi ölçütleri bu dosya özelinde karşılanıyor mu?

Açıkça belirtmek gerekir ki, bu süreçte CMK 100. maddesinde öngörülen hiçbir tutuklama koşulu bulunmuyor. Madde 100, tutuklamanın istisnai bir tedbir olduğunu ve ancak “kuvvetli suç şüphesi” ile birlikte “kaçma” veya “delil karartma” riskinin somut biçimde ortaya konulması halinde başvurulabileceğini düzenler. Ancak Saraçhane eylemleri ve sonrasında gerçekleşen eylemlerde tutuklanan 301 öğrencini dosyasında, bu şartların en ufak bir şekilde karşılandığına dair herhangi bir delil, gerekçe ya da somut bulgu yok. Anayasa’nın 34. maddesi ve AİHS’in 11. maddesi uyarınca barışçıl toplantı ve gösteri hakkını kullanan gençlerin bu şekilde topluca tutuklanması, bireysel özgürlüklerin değil, toplumsal muhalefetin bastırılmak istendiğini gösteriyor. Burada yargı, yürütmenin sopası haline getirilmiş durumda. Karşımızda kitlesel bir caydırma politikası, bir gözdağı operasyonu var.

Gözaltı sürecinden itibaren birçok öğrenci fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kaldı, anayasal hakları sistematik şekilde ihlal edildi. Bu, yalnızca hukuksuzluk değil, aynı zamanda insan onuruna yöneltilmiş bir saldırı. Tutuklamalar, siyasi iktidarın yargı üzerindeki tahakkümünü ortaya koyuyor; hukuk devletinin temel ilkeleri, açıkça ihlal ediyor. Bu tutuklamaların hukuki hiçbir dayanağı yok. Varlığı ancak politik hedeflerle açıklanabilir.

Cezaevlerinde öğrencilerle görüşen bir avukat olarak, içerideki güncel durumu aktarır mısın? Öğrencilerin psikolojik ve fiziksel durumu nasıl? En çok neye ihtiyaç duyduklarını gözlemliyorsunuz?

Tutuklanmış genç arkadaşları ziyaret ettiğimde gözlerinde korku değil, direnç gördüm. Bu bir hukuk meselesi değil. Bu, yürürlükteki Anayasa’nın ve AİHS’in fiilen askıya alınmasıdır. Yargının bağımsızlığını yitirdiği, siyasete teslim olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. Bu gençlerin “suçu” yok. Onların sadece talepleri var ve bu talepler, anayasal haklardan kaynaklanıyor. Devletin görevi bu talepleri bastırmak değil, güvence altına almaktır. Ancak bugün geldiğimiz noktada, gençlerin anayasal haklarını kullandıkları için sistematik biçimde cezalandırıldıklarını görüyoruz. Cezaevleri, hukuku ihlal edenlerin değil; hak arayan öğrencilerin tutulduğu yerlere dönüşmüşse, orada artık hukuk devletinden değil, bir rejim krizinden söz etmek gerekir.

“GENÇLERİ ADALET DUYGUSU AYAKTA TUTUYOR”

Şunu belirtmek zorundayım: cezaevindeki koşullar kesinlikle insan onuruna yakışan, kabul edilebilir bir düzeyde değil. Fakat buna rağmen, tutuklu gençler son derece güçlü bir direnç gösteriyorlar. İçerideki fiziksel ve psikolojik durumları oldukça zorlayıcı. Uzun süreli gözaltı ve tutukluluk süreçleri, gençlerin hem bedensel hem de zihinsel sağlığını olumsuz etkiliyor. Birçoğu büyük bir yıpranma yaşıyor, ancak buna rağmen moral ve direnç açısından oldukça güçlüler. Umutlarını kaybetmiş değiller, aksine hayatta kalma güdüsü, adaletin er ya da geç tecelli edeceği inancı; kendilerine, topluma ve adalete olan güvenleri, onları hayatta tutuyor. Bizimle temas halinde olmak, yalnız bırakılmadıklarını görmek onlar için son derece önemli.

Bu görüşmelerde öğrencilerin sıklıkla dile getirdiği talepler ya da yaşadıkları hak ihlalleri neler? Özellikle kadın tutukluların ters kelepçe, çıplak arama ya da taciz gibi uygulamalara maruz kaldığı yönünde iddialar var. Bu konularda ne tür başvurular yapıldı, delil, rapor veya tanık beyanı mevcut mu?

Yaptığımız tüm cezaevi görüşmelerinde öğrencilerin en sık dile getirdiği talepler, ciddi ve sistematik hak ihlallerine işaret etmektedir. Bu ihlaller, yalnızca bireysel mağduriyetler değil; aynı zamanda hukuk devletinin temel ilkelerine yönelmiş ağır bir saldırıdır. Özellikle gözaltı ve tutuklama süreçlerinde, öğrencilerin vücut dokunulmazlığı, sağlık hakkı, kişisel güvenliğinin ihlal edildiğine dair aldığımız duyumlar kaygı verici.

“İLAÇLARA VE TEMİZ KIYAFETLERE ERİŞEMEDİLER”

İlk olarak, sağlık hakkına erişim ciddi bir sorun. Gözaltı ve tutukluluk sürecinde birçok öğrenci, düzenli olarak kullanmak zorunda oldukları ilaçlara erişemedi. Gözlük, astım spreyi, antidepresan ya da nörolojik ilaçlar gibi temel sağlık gereksinimlerinin karşılanmaması, açıkça Anayasa’nın 17. maddesinde düzenlenen yaşam hakkı ve vücut dokunulmazlığı ilkesine aykırı. Beslenme ve hijyen koşulları da ayrı birer ihlal alanı. Tutuklu gençler, uzun süre aynı kıyafetlerle kalmak zorunda bırakıldıklarını; hijyen malzemelerine erişimlerinin kısıtlandığını dile getirdiler. Bunun yanında, Cezaevlerinde sunulan yemeklerin kalitesinin düşüklüğünün belirtilmesi bir başka sorundur; bu da tutukluların temel yaşam haklarına erişimini doğrudan tehdit etmektedir.

“HUKUK DÜZENİ TAHRİP EDİLİYOR”

Tarafımıza iletilen ve basın yayın organlarında ortaya çıkan ağır ihlaller ise fiziksel şiddet, onur kırıcı muamele ve cinsiyet temelli uygulamalardır. Ters kelepçeleme uygulaması yaygın şekilde uygulanmıştır. Gözaltı süreçlerinde gençlerin başlarını öne eğdirilmesi, sadece fiziksel değil, sembolik bir sindirme politikasıdır. Kadın tutuklulara yönelik çıplak arama ve taciz iddiaları ise bambaşka bir boyutta ve son derece ciddidir. Bu tür uygulamaların hiçbir yasal zemini yoktur. Bu konunun bir an önce açığa çıkmasını talep ediyoruz ve süreci takip ediyoruz. Burada yaşananlar, sadece bireysel mağduriyetler değil; aynı zamanda bir hukuk düzeninin tahrip edilmesidir. Avukatların bu noktada amacı, bu hukuksuzluğun karşısında durmaktır. Adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, toplumsal vicdanda da tecelli eder. 

Gözaltı sürecinde özellikle Vatan emniyette öğrencilerin kötü muamele gördüğüne dair iddialar kamuoyuna da yansıdı. Bu iddialarla ilgili hukuki süreç nasıl işliyor?

Bu durum yalnızca tekil bir vaka olarak görünmüyor. Gözaltına alınan gençlerin ifadelerinden, bu kötü muamelelerin sistematik ve organize bir yapıya büründüğü görülüyor. Tutuklu arkadaşlarla yaptığımız görüşmelerden anlıyoruz ki sadece Vatan Emniyette değil Gayrettepe, Esenler ve diğer emniyet birimlerinde de benzer ihlaller yaşanmış. Tutuklulardan ve ailelerinden öğrendiğimiz kadarıyla birçok genç, darp nedeniyle baygınlık geçirmiş, vücutlarında morluklar, kırıklar oluşmuş, ancak buna rağmen sağlık kuruluşlarına sevkleri geç yapılmış. Bu durum ne yazık ki sağlık hakkına erişimin kısıtlandığı anlamına geliyor.

“KOLLUK KUVVETİ SİCİL NUMARASI TAŞIMIYORDU”

Burada altını çizmem gereken çok kritik bir mesele var: Gözaltı işlemini yapan kolluk görevlilerinin hiçbiri, üzerlerinde kimlik ya da sicil bilgisi taşımıyordu. Kanunen zorunlu olan bu kimliklerin kasıtlı olarak taşınmaması, disiplin suçudur. Bu noktada şunu merak ediyorum: Kolluk güçlerinin sicil numarası taşımamasındaki amaç suçun failinin gizlenmesi nedeniyle midir?

Kritik bir soru. Umuyorum bu sorunun muhataplarından yanıtı da alabiliriz. Peki bu noktada cezaevlerindeki öğrenciler avukata erişim, eğitim hakları, adil yargılanma gibi temel haklara erişebiliyor mu? Özellikle sınav döneminde olan tutuklular için bir düzenleme ya da kolaylaştırıcı bir adım atıldı mı?

Cezaevindeki öğrencilerin henüz yargılamaları başlanmadı. Bu nedenle adil yargılanma hakkının ihlali açısından esas hakkında değerlendirme yapmak teknik olarak erken olabilir. Ancak şunu vurgulamak gerekir ki, adil yargılanma hakkı yalnızca mahkeme salonunda başlayan bir hak değil. Gözaltı anından itibaren etkili bir biçimde işletilmesi gereken bir süreç. Bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6. maddesi ve Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca kişilerin etkili savunma hakkı ile avukata erişimi mutlak güvenceler altındadır. Gönüllü avukatlar ilk gözaltı anından itibaren gençlerin yanında yer aldı ve sonrasında, tutukluluğa itiraz başvuruları ve cezaevi ziyaretlerinde hep alandaydı. Bugüne kadar, avukata erişim hakkı yönünden ciddi bir ihlale tanıklık etmedim. Ancak bu durum, sürecin genelinin hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmadığı gerçeğini değiştirmiyor.

Öte yandan, bu süreci yalnızca bir hukukçu olarak değil, anayasal haklara inanan bir yurttaş olarak değerlendirdiğimizde de ortaya çıkan tablo endişe verici. Bu keyfi uygulamalar yalnızca bireysel hakları değil, demokratik toplum düzenini de tehdit etmektedir.

“EĞİTİM KURUMLARININ TUTUMLARI DEĞİŞİYOR”

Anayasa’nın 42. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokol 1. ve 2.  maddesi açıkça eğitim hakkını güvence altına alınıyor. Ceza infaz kurumunda bulunan bireyler, sadece özgürlüklerinden mahrum bırakılır; diğer temel hakları, yasada açıkça sınırlanmadıkça geçerliliğini korur. Bu ilke, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 4. maddesinde de açıkça düzenleniyor. Buna rağmen eğitim hakları konusunda ise hâlâ belirsizlikler var. Cezaevlerinde öğrencilerin eğitim alabilmesi için farklı uygulamalar söz konusu. Ancak bizim önceliğimiz, hiçbir tutuklu öğrencinin eğitim hakkından mahrum kalmaması. Tarafımıza iletilen eğitim taleplerini ilgili kurumlar nezdinde en verimli şekilde çözülmesi için çaba gösteriyoruz. Ancak eğitim kurumları, bu konuda farklı tutumlar sergileyebiliyor. Bazı kurumlar eğitim süreçlerini kesintiye uğratmadan devam ettirmeyi kabul ederken, diğer kurumlar daha katı bir yaklaşım benimseyebiliyor. Bu nedenle eğitim telafisi, kurumdan kuruma değişkenlik gösterebiliyor.

“GENÇLER OKUL DURUMLARI İÇİN KAYGILI; BURS VE DÖNEM KAYBI YAŞAMAKTAN ENDİŞE DUYUYORLAR”

Öğrencilerin sınavlara erişimi, eğitim materyallerine ulaşımı ve akademik sürekliliği büyük ölçüde engelleniyor. Yasal bir kısıtlama bulunmamasına rağmen süreçler keyfi ve yavaş işletiliyor; cezaevi idareleri ile üniversiteler arasında ciddi bir koordinasyonsuzluk göze çarpıyor. Özellikle kamu üniversitelerinin YÖK’ün son açıklamaları doğrultusunda takındığı tavır, tutuklu öğrenciler açısından fiili bir ayrımcılığa ve eğitim hakkının ihlaline yol açıyor. Cezaevinde görüştüğümüz öğrenciler, okul ve sınav durumlarına ilişkin ciddi endişe içindeler. Burslarının kesilmesinden, dönem kaybı yaşamaktan, eğitime erişememekten haklı olarak kaygı duyuyorlar. Bu hak kayıplarının tamamı sadece bireysel mağduriyet yaratmakla kalmıyor; aynı zamanda kamusal sorumluluğu olan kurumların Anayasa’ya ve uluslararası sözleşmelere açıkça aykırı hareket ettiğini ortaya koyuyor. Sonuç olarak, bugün itibarıyla cezaevindeki öğrencilerin eğitim hakkından etkili bir şekilde yararlandıklarını söylemek mümkün değil. Tutuklu öğrencilerin eğitim hakkına erişimini engelleyen her uygulama açık bir hak ihlalidir ve buna sessiz kalınmamalıdır. Bizim temel amacımız bu sürecin en verimli şekilde işleyebilmesi için gerekli desteği sağlamak yönünde.

Son olarak; aileler, kamuoyu ve insan hakları örgütleri öğrencilerin serbest bırakılması için çağrılarda bulunuyor. Hukuki olarak önümüzdeki süreçte neler bekleniyor?

Henüz dosyaların esasına ilişkin yargılamalar başlamadı. Dolayısıyla önümüzdeki sürecin hukuki seyri hakkında net bir tablo çizebilmek için ilk duruşmaların yapılmasını beklemek gerekir. Yargılamaların Nisan ayı ortası itibarıyla başlayacağı öngörülüyor. Temennimiz, bu yargılamaların evrensel hukuk ilkeleri çerçevesinde, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) uygun şekilde yürütülmesidir.

Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, gençlere isnat edilen eylemler, Anayasa’nın 34. maddesiyle güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı kapsamında değerlendirilmelidir. Demokratik toplumlarda protesto, bir suç değil, anayasal bir haktır. Bu çerçevede, gençlerin cezaevinde tutulmalarına gerekçe yapılan fiillerin suç teşkil etmediği yönündeki görüşümüz, hukuki dayanaktan yoksun değildir; aksine Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarıyla da sabittir. Bugüne kadar tutukluluğa karşı yapılan itirazların tamamı reddedildi, mahkemeler tarafından hiçbir tahliye kararı verilmedi. Bu durum, tutuklamanın bir tedbir değil, doğrudan cezalandırma aracı olarak kullanıldığını izlenimin veriyor. Kaldı ki, CMK m.100 uyarınca bir kişinin tutuklanabilmesi için somut delillere dayalı kuvvetli suç şüphesinin yanı sıra tutuklamanın ölçülülük ilkesine uygun olması gerekir. Ancak bu dosyalarda tutuklama kararları, soyut varsayımlara ve cezalandırma refleksine dayanılarak verilmiştir.

Kaldı ki, isnat edilen suçlar bakımından hüküm kurulsaydı dahi, çoğunun infaz anlamında bir “yatırı” olmayacak nitelikte olduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Buna rağmen tutukluluğun sürdürülmesi, artık koruma tedbiri olma niteliğini yitirmiş durumda. Bizler, hukuki zeminde mücadelemizi kararlılıkla sürdürüyoruz. Yargı, yürütmenin aracı değil; bireyin temel hak ve özgürlüklerini korumakla yükümlü bağımsız bir erk olmalıdır. Bugün cezaevinde tutulan gençlerin serbest bırakılmaları, sadece bir hukuki gereklilik değil; aynı zamanda toplumsal vicdanın talebidir.