Bir ülkeyi neler birleştirir? Nedir bizi bir tam haline getiren? Aynı ülkenin sınırlarında yaşamak bizleri birleştirmeye yeter mi mesela? Ya da mesafeler ne olursa olsun birleşilen başka değerlere mi aidiz insanlık olarak? Son soru belki de ülke olarak uzun zamandır sormaya zaman bile ayıramadığımız bir konu. Kendi sınırımızdan, kendi aidiyetlerimizden velhasıl önce kendi dertlerimizden kendi dokunduklarımızdan başlamak daha berraklaştıracak gibi bakışımızı.
Ortalama insan ömrünün ülkelere göre değişiklik göstermesi ne kadar normal görünüyor ilk bakışta. Peki ortalama yaşam süresinin İsviçre’de 83 Somali’de 56 yıl olması bizi hala aynı dünyanın parçası yapıyor mu? Üstelik bu sadece zaman hesabı ya koşullar…
İstatistikler bunun ne demek olduğunu anlatmak için soğuk kalıyor haliyle. Bir de şöyle düşünün, İsviçreliden 27 sene önce yoksulluk içinde yaşayıp ölen anneniz, babanız, kardeşiniz ya da siz olsanız… Türkiye için durum görece daha iyi gibi görünüyor. Ortalama yaşam süresi 78 yıl. Fakat ömrün uzunluğu kadar önemli olan onun kalitesi. Bizleri birleştiren hesapların başında bu gelmeli belki de. Meyve, sebze alırken bile düşünmek zorunda kaldığımız, istediğimiz zaman hesabına bakmadan gönül rahatlığıyla bir restorandan içeri giremediğimiz, sabahın karanlığından akşamın karanlığına ofiste, atölyede çalışan, eşleriyle/sevgilileriyle tatil günleri uyuşmadığı için görüşemeyen, yaşlılığını ekmek kuyruklarında geçiren bir ülkenin kimdir zengini? “Çok pahalı etmişler her şeyi, hiçbir şeyi ucuz bırakmamışlar” diyen o kızın gözündeki yaş değilse başka nedir bizi birleştiren? O ağlayan kızı izlediğinde üzülmeyen biri var mı aramızda? Bizi birleştiren, bunu söyleyen bir kişi bile varsa rahat yatamamaktır. İşte bu yüzden hepimiz en yoksulumuz kadar zenginiz.
Biz “Alan var alamayan var” diyerek sokakta yiyecek tüketmekten utanan zarif insanların yaşadığı bir toplumuz. Nasıl oldu da pazara çıktığında tezgahlara bakıp yutkunarak eve dönen insanların olduğu bu ülkede şaşaalı sahur eğlenceleri reklam olmaya başladı? Son kullanma tarihleri gelen ürünleri fakir fukaraya vermek yerine, onların gözlerinin önünde ciğerlerini söker gibi çöplere boşaltan bir sistemi nasıl oldu da kabul etti bu insanlar? Vicdanlarımız da mı döküldü kapitalizm çöplüğüne?
İnsanlığımızı ezme pahasına kabul ederek yaşadığımız bu sistem hangimizin eseri? Hangi akılcılık, hangi lider, hangi parti programı, hangi dava getirdi bizi buraya?
Oysa cepteki son parayla alınan son simit, mide cayır cayır gurulduyorken bile hepsini yedikten sonra değil yanındakiyle paylaştığında doyurur. Ve bir evde olduğu gibi bütün ülkede de herkesin yerini aldığı, gülümseyerek tabakları birbirine uzattığı masadır bereketli olan. Çocuğuna pantolon alamadığı için kendini asan, ailecek intihar edenlerin olduğu bir ülkenin masası buruktur, hüzünlüdür, utangaçtır. Dahası zalimdir de bir yönüyle. Bir pantolon derdine kendini asan babanın olduğu yerde hayatına devam eden bizler de ezilmeliyiz kendi utancımız ve zalimliğimize. Bu utanç ne kadar iktidarınsa o kadar muhalefetindir. Bu yük hepimizin velhasıl. Kaçış yok!
İşte bu yüzden en açımız kadar tokuz biz.
Eğitimli, çalışkan ve önünde uzun bir gelecek olan genç insanların toplu olarak kurye ve kargocu olduğu, çalışabilenlerin üç kuruşa talim ettiği, çalışamayanların sosyal bir ölüme mahkum kaldığı, hakkını isteyenin “dışarda millet aç sen burun kıvırıyorsun” cümleleriyle ekmeği ile tehdit edildiği, çocuk yaştaki çırakların ustası tarafından hortumla dövüldüğü, tek başınalık ve sahipsizlik cenderesinde sıkışıp kalmış koca bir gençliğin hakkını aradığı her an itilip kakıldığı, sövüldüğü, sokaklarda sürüklenerek gözaltına alındığı bir ülkede kendisinden en emin yaşayan kim?
Emeği ucuzlaya ucuzlaya dünyanın işportacısına dönüşen bir neslin kimsesizliğine kimdir bir merhem olacak? Evi, yurdu, parası kalmadığı için sokaklarda yatan üniversite gençliğinin “barınamıyoruz” feryadını duyduktan sonra hala kendini güçlü hissedebilen var mı aramızda? Kalmak zorunda olduğu yurtta tecavüzcüsüne karşı gelemeyen, anasının bakmaya kıyamadığı en güzel kuzusunun tecavüzcüsünü durdurmaya yettiği kadardır gücümüz. Düşünmesi zor biliyorum, yazarken utanıyorum ama sahneyi gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Düşünelim çünkü bu bizi uyutmasın. Kimse unutmasın. Unutturmayalım.
Çünkü hepimiz ancak en zayıfımız kadar güçlüyüz.
Nasıl bir histir kendi ülkende yaşamanın canına tak etmesi? Oysa öz yurdunda ağlaması bile güzeldir gülmek kadar. Nasıl bir çaresizlik, nasıl bir yalnızlık, nasıl bir öfke bırakır insanı el memleketlerinin kapısına çöp gibi? Gidenler bilir bunu, dünyanın en güzel ülkesinin en güzel noktasında en yüksek maaşlar en yüksek konfor veremez insana sevdiği bir dostuyla iş çıkışı güneşin batışına doğru yürürken ettiği sohbetin keyfini. Hiçbir imkan geride kalan kardeşini, annesini, babasını belki de sevgilisini unutturamaz. Gidince anlar insan memleketindeki rüzgarın kendi dilinde estiğini, derenin kendi diliyle aktığını, güneşin kendi dilinde battığını… Gittiğin yerde hiç kimse olarak yeniden biri olmaya çalışırsın, öyle zor, öyle hüzünlü, öyle efkarlı bir gidiştir koltuğunun altına kıstırıp pasaportunu, valizini alıp gitmek “gidiyorlarsa gitsinler!” yetimliğinde. Oysa bir giden varsa çok bıraktığı vardır geride genelde. Anne, baba, kardeş, dostlar, sevgili… En sevinçli anınızda hepsi birer birer dizilir boğazınıza. Bu yüzden biz de en giden kadar kalır, en kalan kadar gideriz.
Bir ülke en gerideki kadar ileri, en az kadar çok, en öteki kadar biz, en aç kadar tok, en küskün kadar barışık, en yok kadar var ve en eksik kadar tamdır.
Peki ya siz, siz tam mısınız?