Haber: SENA AKKOÇ
Bir zamanlar tarımsal zenginliğiyle anılan Ergene Nehri ve nehrin beslediği havza, artık birkaç ayda bir kirlilik haberleriyle Türkiye gündemine geliyor. Nehrin kendisi kadar havzada da gözlenen kirlilik, bölgedeki canlıların hayat kalitesini düşürüyor. Yıllardır çözülemeyen bir çevre ve çevre adaleti krizine dönüşen Ergene Havzası kirliliği, kamu sağlığını tehdit edip tarımsal alanları kullanılamaz hale getirirken bölge halkının sağlıklı yaşam ve temiz çevreye erişim haklarını da ihlal ediyor. Nehrin kirliliği üzerine endişeler sürekli olarak dile getiriliyor ve potansiyel felaketlere dair birçok uyarı yapılıyor. Fakat devlet yetkililerinin nehre atık bırakan fabrikalara gerekli cezaların kesildiği üzerine açıklamalarına rağmen pislikten siyahlaşan nehir, etkili bir eylem planının yoksunluğu nedeniyle zehir saçmaya devam ediyor.
ERGENE HAVZASI'NDA NELER OLUYOR?
Tekirdağ, Edirne ve Kırklareli illerine yayılmış olan Ergene Havzası, Türkiye’nin 25 ana akarsu havzasından biri. Ergene Havzası, Avrupa’ya geçiş alanında olmakla birlikte Batı’da Bulgaristan ve Yunanistan sınırına, Doğu’da ise İstanbul’a kadar uzanıyor. Coğrafi konumunun bir bakıma kaderini belirlediği bu bölgenin temel yaşam kaynağı ise Istıranca Dağlarından doğarak Meriç Nehrindeki Saros Körfezine dökülen Ergene Nehri. Bölgenin ana su kaynağı olan Ergene Havzası, 10 bin 730 kilometrelik bir alana yayılmış durumda.
Bölgedeki ilk önemli sanayi yatırımı, 1925’te kurulan Alpullu Şeker Fabrikası oldu. Fabrika, Türkiye’nin bölgeyi “medenileştirmek” için kurutulmuş bir bataklığın üzerine inşa edildi. 1934 ve 1937’de ilan edilen Birinci ve İkinci Endüstri Planlamasına dahil edilen Ergene Havzası için hem özel yatırımlar hem de kamu yatırım teşvikleri oluşturuldu. Önceleri plansız ve dağınık biçimde kurulmaya başlanan küçük çaplı fabrikaların sayısı 1970’lere gelinirken artış gösterdi.
Bölgenin ulaşım açısından avantajlı konumu, nitelikli iş gücüne erişimin kolaylığı, sanayi için yeterli arazi varlığı ile verimli tarım toprakları, her geçen gün daha çok insanı bölgedeki sanayi sektörünün içine çekerek bugünkü endüstrinin oluşmasını sağladı. Ergene'nin sanayi bölgesi olarak seçilmesinin başlıca sebebi, İstanbul'daki sanayinin şehrin dış çeperlerine kaydırılmasıydı. Sanayi yatırımları arttıkça, Ergene göç alır oldu ve bölgede nüfus patlaması yaşandı. İşçi grupları genellikle Türk ve Kürt ailelerden oluşsa da, son yıllarda işgücü içindeki mülteci nüfus oranı artış gösteriyor.
Ergene Havzası, İstanbul’un sürekli artan sanayi yükünü sırtlayan bir bölge haline geldi. Bugün havzada 15 organize sanayi bölgesi ve bir Avrupa serbest ticaret bölgesi ile nehir boyunca dizilmiş sanayi tesisleri bulunuyor. Bunca sanayi bölgesindeki fabrikalar, yeraltı suyunu aşırı miktarda kullandıkları gibi, kullandıkları işlenmiş suyu da doğrudan Ergene’ye boşaltıyor. Tüm bu yükü taşıyan Ergene Nehrinin su kalitesi, Yüzey Suyu Kalitesi sınıflandırmasına göre en kötü kalite olan 4. Sınıf kategorisine girmekte. Fabrikaların deşarjı [su boşaltımı] nedeniyle doğal akış kapasitesinin çok üzerinde bir su kütlesini taşıyan nehirde periyodik olarak seller yaşanıyor.
Harita: Ahmet Salih Odabaş, Sena Akkoç
Yıllar içinde hızla gerçekleşen plansız sanayileşme ile hem proses su atıkları [sanayi kaynaklı su atıkları] hem de evsel atık sular nehri bugünkü haline getirdi. Ancak bu durum birkaç yılda oluşmadı: Daha 1981 yılında, Devlet Su İşleri 9. Bölge Müdürlüğü, Ergene’deki suyu “çok kirli” olarak sınıflandırmıştı bile. Fakat aynı dönemde değişmekte olan ekonomi politikaları, bölgenin kaderini belirledi.
Türkiye'de neoliberal kalkınmacı politikaların uygulanmasında, endüstriyel amaçlarla doğanın tahrip edildiğini görmek şaşırtıcı değil. Boğaziçi Üniversitesinden Ekonomi Profesörü Fikret Adaman’ın da aralarında bulunduğu bilim insanları, Soma'daki maden faciasının yaşanmasının altında yatan nedenleri anlamak için, Türkiye'deki kalkınma politikalarının yapısal dinamiklerinden bahsetmek gerektiğini yazıyor. Aynı tezlerin, Ergene Nehrinin başına gelenleri de açıkladığı söylenebilir.
Bakırçay Üniversitesi'nden Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi Eda Acara, Ergene’deki çevre-sağlık-devlet ilişkisini tanımlarken seyirci devlet tabirini kullanıyor. Bölgedeki yönetimsizliğin bir yönetim şekli olarak kullanıldığını savunan Acara, bu terimle devletin nasıl tüm bu plansızlıklara ve kirliliğe göz yumduğunu, sağlığın ve temiz çevrenin nasıl bir insan hakkı olmaktan çıkarılarak bireysel sorumluluğa bırakıldığını açıklıyor. Ekonomik gelişmeye yarar sağlamayan her şey bir kenara bırakılıyor; çevre ve insan sağlığı da dahil olmak üzere.
1980'lerden itibaren Türkiye ile birlikte tüm dünyada devletin ekonomide etkisizleşmesi ve özel sektör faaliyetlerinin artması ile birlikte toprağın metalaştırılması yoğunlaştı, düzenleyici çerçeveler özel şirketler lehine gevşetildi ve şirket karlarını güvence altına almak için yasal değişiklikler getirildi. Artan kârı diğer tüm kaygıların önüne koyan bu dönemin yapısal özellikleri, endüstrilerin Ergene Havzasını pervasızca kullanmasına ve yerel halktan gelen, pratikte hiçbir zorluk yaratmayan şikayetler dışında yasal yaptırımlara uğramamasına zemin hazırladığı rahatlıkla söylenebilir.
Bugün Ergene’nin hali içler acısı. Artan nüfus, plansız kentleşme, plansız sanayi, kirliliğe bağlı sağlık sorunları, arıtılmayan sular ve çalıştırılmayan arıtma tesisleri ile bölgede bir çevre adaleti krizi yaşanıyor. Sağlık Mahallesi’nde çayevinde oturan yaşlı bir adam, “Orada (İstanbul'da) fabrikaları kapatıp buraya taşındılar. Şimdi onlar kendilerini temizlediler, burada biz bu durumdayız” diyerek durumlarını anlattı.
Veli Meşeli bir kafe sahibi. Pandemi döneminde fabrikaların çalışmalarına zorunlu olarak ara vermek durumunda kaldıklarından ötürü nehrin kendiliğinden temizlendiğini gördüklerini söylüyor. Covid-19 pandemisinin su kalitesi üzerindeki etkisini inceleyen bir araştırma bunu doğruluyor. Karantina döneminde atık su deşarjları ve tarımsal faaliyetler devam ettiği için bazı malzemeler pandemi öncesi dönemlerde önemli farklılıklar göstermese de bazı ağır metal kirletici konsantrasyonları, karantina sırasında önemli ölçüde azaldı. Pandeminin başlangıcından bu yana tüm dünyada gözlenen bir ikilem Ergene’de de karşımıza çıkıyor: Kirliliği azaltmak için sanayiyi tamamıyla durdurmak, pandemi nedeniyle işini kaybeden birçok dezavantajlı grup için pek makul görünmüyor. Dolayısıyla kimyasal kirliliğe karşı üretilecek çözümlerin çevresel adalet boyutunun ve kapsayıcılığının sorgulanması gerekiyor.
TARIMDAN SANAYİYE...
Trakya Bölgesinin verimli topraklarına sahip olan Ergene Havzasında yöre halkı yıllarca tarımla uğraşarak geçimini bu topraklardan sağladı. Ergene Nehri, yaklaşık 20 yıl öncesine kadar balıkçılık için de kullanılıyor, özellikle çocukların yüzdüğü bir eğlence alanı olarak görülüyordu. Ancak ne yazık ki bugün durum böyle değil; Ergene Nehri artık Türkiye’nin en kirli nehirlerinden biri.
Yüzey suyu kaynaklarının kirlenmesi ve toprağın bozulması nedeniyle köylüler, önceleri verimli olan topraklarını sanayicilere satmaya başlayıp fabrika işçisi olurken, üretim faaliyetlerine devam eden çiftçiler ise çeşitli hayatta kalma stratejileri geliştirmek zorunda kaldı. Bölgedeki tarımsal faaliyetlerin temel sorunlardan biri yaz aylarındaki temiz su eksikliği olduğundan, çiftçiler artık fazla su gerektirmeyen türlerin ekimine yönelmiş durumda. Orman ve Su İşleri Bakanlığı verileri de bu durumu doğruluyor; bölgedeki üretim sulu tarımdan (%4,7) kuru tarıma (%43,6) kaydı.
Çiftçiler, toprak kalitesi ve verimliliğindeki düşüşü en temel sorunlar olarak tanımlıyor. Bu sorunların oluşumunda, hibrit tohumların ve bilinçsiz zirai ilaç kullanımının etkisi de var. Veliköy’de görüştüğüm bir kafe sahibi, “Hibrit tohuma geçtik, toprak öldü” diye konuşurken, görüştüğüm ziraat mühendisliği mezunu bir emlakçı ise “Hayvanlarımız ve tarım arazilerimiz var. Ancak girdi fiyatları, özellikle de gübre fiyatları çok arttığı için kar elde edemiyoruz. Gübre miktarını iki katına çıkarmalarına rağmen verim yıl boyunca aynı kalıyor” sözleriyle benzer bir örüntüye işaret ediyor. Araştırmalar da bu değerlendirmeleri doğruluyor: Ergene’den yapılan sulama nedeniyle ayçiçeği üretiminde %25, buğday ve çeltikte %40’lara varan verim düşüklüğü yaşandı. Tüm bunlar göz önüne alındığında, artık piyasada rekabet imkânı kalmamış çiftçilerin topraklarını satmayı tercih etmeleri şaşırtıcı gelmiyor.
Velimeşe'nin meşhur içeceği bozasının satıldığı bir dükkanın sahibi, “Çiftçi kalmadı, herkes topraklarını sattı. Dört çiftçi olsaydı iki tanesi kanserdi. Burada herkes kanserden ölüyor” diyor. Sağlık Mahallesine 20 yıl önce Doğu’dan göç etmiş bir vatandaş ise “Eskiden dere boyundaki insanların bahçesi vardı. Kendilerine kadar ekip biçiyorlardı. Ancak şimdi köpek geçse kör oluyor. Bu taraftan bir tarla sulandı mı zaten herkes kanser” diyerek nehirdeki kirliliğin çevredeki yaşama etkisine dikkati çekiyor.
(Fotoğraf: Sena Akkoç)
Nehrin içeriğindeki kimyasallar ve yaydığı koku yalnızca insanlara değil, havzadaki tüm canlılara ciddi zararlar veriyor. Özellikle Çorlu Çayı çevresinde organik, besin kirliliği ve ağır metal kirliliğinin korkunç boyutlarına dair birçok araştırma mevcut. Bu araştırmalardan birinde, bölgede yetişen bazı bitkilerde ve ürünlerde limit değerlerin çok üzerinde ağır metal varlığı saptandı. Çalışmada, özellikle yapraklı ve yumru bitkilerde kurşun (Pb) ve kadmiyum (Cd) elementlerinin toksik düzeyde olduğu saptanırken sanayi kuruluşları ve araç trafiğinin yoğun olduğu bölgelere yakın ekim alanlarında yetişen bitkilerde kurşun (Pb), kadmiyum (Cd) ve krom (Cr) elementlerinin yüksek düzeyde olduğu anlaşıldı.
Sağlık Mahallesi'nde kanser araştırması yapan bir çalışma, nehir-kanser menzilinin 750 metreden başladığını; diğer bir çalışma ise Trakya’daki böbrek üstü bezi ve mesane kanserlerinin Ergene havzasındaki çinko ve kurşunun vücutta birikmesine bağlı olabileceğini gösteriyor..
MUSLUKLARA FİLTRE YETİŞMİYOR
Su analizleri, içme suyu parametrelerinin kabul edilebilir değerlerde olduğunu gösterse de şebeke suyu ile ilgili sorunlar da devam ediyor. Fabrikalar izinsiz açılan kuyulardan yer altı suyu çektiği için su seviyesine erişim daha önce 4-5 metreden sağlanabilirken, bugün 300-350 metreye kadar inmek gerekiyor. Normalde bir-iki yılda bir değiştirilen su filtrelerinin, kirliliğin yoğun olduğu bölgelerde altı ayda bir, hatta bazen her ay değiştirilmesi gerekiyor. Birçok insan su filtresi yenileme maliyetini karşılayamadığından filtrelerini yenilemekten vazgeçiyor ve evinde filtrelenmemiş su kullanıyor.
Çerkezköy ilçe merkezinde faaliyet gösteren bir su arıtma firmasının sahibi, bu sene su arıtıcı cihaz satışlarının geçen senelere göre oldukça düştüğünü ve bunun insanların alım gücünün düşmesinden kaynaklandığını söyledi. Dinlendirilmeden kullanılan çamurlu sular hem yemeklerde hem de günlük kullanımda arıtılmadan tüketiliyor. Filtrelerin İstanbul’da olsa bir yıl kadar dayanabileceğini söyleyen firma sahibi, özellikle Kızılpınar ve Kapaklı taraflarındaki müşterilerinin filtrelerini iki-üç ayda bir değiştirdiğini söyleyerek, “Burada filtrenin altı aydan fazla dayanacağı yer yok” diyor. Filtre fiyatları 100-150 TL’den başlayan su arıtma masrafları, işçi kesiminin öncelikli ihtiyaçlar listesinden çıkıyor. Arıtmanın yapıldığı durumda bile, suyun 300-400 metreden çekiliyor oluşu ve sudaki yüksek çamur miktarı filtrelerin düşmanı. En kirli bölgelerde bir litre arıtılmış su için neredeyse üç litre atık su çıktığına dikkat çeken firma sahibi su sorunundan ümidi kesmiş olacak ki “Çerkezköy’de bu sorun çözülmez” diyor.
(Soldan birinci ve üçüncü filtreler, arıtma sistemi satıcısının Çerkezköy’den çıkardığı altı aylık filtreler. Soldan ikinci filtre ise İstanbul’da iki yıl boyunca kullanılmış bir arıtma filtresi. Fotoğraf: Sena Akkoç)
İçme suyu analizlerinde insan tüketimi için kabul edilemez toksisite seviyelerini tespit edememiş olsa da endüstriyel deşarjların bu seviyelerde devam etmesi durumunda içme suyundaki inorganik toksik maddelerin konsantrasyonlarının da artacağı ve sağlık üzerinde olumsuz etkileri olabilecek kritik seviyelere ulaşacağı tahmin ediliyor.
KİRLİLİĞE HER YERDEN ERİŞİM İMKANI
Devlet Su İşleri (DSİ) verileri, nehir debisindeki anormal yükselişleri gözler önüne seriyor. Debideki artışın en önemli kaynağı ise hem endüstriyel hem de evsel atıksu deşarjlarının kontrolsüzce yapılıyor oluşu. Debideki bu artış taşkınlara yol açtığında, su kirliliği daha da tehlikeli hale geliyor. Su siyah rengini tekstil endüstirisinin yaptığı deşarjlar veriyor. Tekstil endüstrisi deşarjları, içerdiği kimyasallar ile suyun pH’ını bozmakla kalmıyor, yağ ve BOİ parametresi gibi değerlerin de yüksek olmasına neden oluyor. Metal endüstrisinden nehre boşalttığı ağır metallerle birleşen bu kirlilik, taşkınlar olduğunda daha da geniş alanlara yayılıyor. Ancak bu kirliliğe maruz kalmak için taşkınlar olması şart değil. Sanayinin açıktaki boruları her yerde önünüze çıkabiliyor.
(Veliköy OSB'de açıktan akan borulardan biri ve konumu. Fotoğraflar: Sena Akkoç)
Veliköy OSB’den akan bu açık borulardan birinin fotoğrafını çekerken yanıma yaklaşan bir araç önce neden fotoğraf çektiğimi sordu, sonra da yakınlardaki bir fabrikada çalıştığını söyleyerek yakınmaya başladı: "Bu açık boru için defalarca şikayette bulunduk ama kimse gelmedi." Görüştüğüm eski bir müteahhit, "Yerelde CHP, merkezde AKP kirlilik gerçeğini bastırınca işte böyle oluyor!" diyor. Müteahhite göre, birçok deşarj hattı bugün resmen sahipsiz durumda ve hiçbir resmi kuruluş bu hatlar konusunda sorumluluk üstlenmiyor.
EYLEM(SİZLİK) PLANLARI: ŞAFAK HAREKATI DA ERGENE'Yİ GÜZELLEŞTİRDİ
2003 yılında Ergene Nehri'ndeki kirlilik meclis gündemine geldi. Ergene Nehri'ndeki kirliliğin çevreye etkilerini araştırmak üzere bir komisyon oluşturuldu ve Ergene Nehri’ndeki Kirliliğin ve Çevreye Etkilerin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan (10/2,6) Esas Numaralı Meclis Araştırma Komisyonu Raporu hazırlandı.
2006-2008 yılları arasında Ergene Havzasının yönetimine ilişkin Ergene Havzası Çevre Yönetimi Master Planı hazırlandı. 2009 yılında 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı hazırlanarak kirletici tesislerin kurulmasına yönelik kısıtlamalar getirildi. Metal kaplama, maden işleme, tekstil boyama, petro-kimya tesisleri ve termik santraller kısıtlanan tesisler arasındaydı. Sanayi atıklarının Ergene Nehrine boşaltılması tehlikeli boyutlara ulaştığı için ise 2010 yılında Meriç-Ergene Havzası Endüstriyel Atksu Yönetimi Ana Planı hazırlandı. Aynı dönemde yapılan düzenlemelerle, sanayi tesisleri için arıtma tesisi kurulumu zorunlu hale getirildi. Ancak en kapsamlı plan 2011’de ise Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından başlatılan Ergene Havzası Koruma Eylem Planı (EHKEP) oldu. Ergene Nehrinin suyunu 2. kalite yapmayı hedefleyen plana göre Ergene kıyılarında tekrar balık tutulabilecekti.
EHKEP doğrultusunda dere yatakları temizlenecek, DSİ tarafından biyolojik atıksu arıtma tesisleri kurulacak, sanayi içi ortak arıtma tesisleri inşa edilecek ve denetimler artırılacaktı. Nitekim Tekirdağ’da sekiz, Kırklareli’nde iki organize sanayi bölgesi (OSB) kurulurken Çorlu-Ergene ve Çerkeköy-Kapaklı Biyolojik Atıksu Arıtma Tesisleri açıldı. OSB’lerin hem kaynak israfını engellemesi hem de atık sorununu çözmesi hedefleniyordu. Ancak birçok OSB’nin henüz merkezi bir arıtması bulunmuyor, var olan arıtma tesislerinin ne kadar çalıştığı da tartışmalı.
Veysel Eroğlu’nun Orman ve Su İşleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemde, “Şafak Harekatı” adıyla başlatılan Havza Koruma Planının daha önemli bir hedefi vardı: Derin Deniz Deşarj Hattı. Özellikle Marmara Denizinde müsilaj oluşumu sonrası tartışmalara yol açan proje, tamamlanmış olmasına rağmen bugün tam kapasite ile deşarja başlamadı.
(Görsel: Tekirdağ Ergene Derin Deniz Deşarj A.Ş. Proje planı)
2015 yılında Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipler Birliği, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, MAREM, Ergene Platformu ve Trakya Platformu ortaklığı ile Ergene Derin Deniz Deşarjı Projesi ve Marmara Denizi Ortak İnceleme Raporu yayınlandı. Rapor, proje ile deşarj edilecek suyun ayrıştırılıp ayrıştırılmayacağının net olmaması eleştiriyordu. Bölgede ne ÇED yapılmış ne de Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği ile uyumlu kararlar alınmıştı. Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği, derin deniz deşarjı için sınır değerlere kadar arıtmanın yapılmasını şart koşsa bile, projede bunun sağlanıp sağlanmayacağı açık şekilde belirtilmemişti.
Peki derin deniz deşarjı, gerçekten yönetmelikte belirtildiği üzere, suların arıtılması önkoşulu ile gerçekleştirilecektiyse, böyle bir projeye neden ihtiyaç duyulmuştu? İşte, bu soruya bir yanıt bulunamıyor.
Yıllardır yürürlükte olduğu belirtilen ve milyarlar harcanan bu projelerin sonunda arıtma tesisinin yanından akan “temiz” su simsiyah halde. Çünkü su arıtılmış olsa bile aynı bölgeye Çerkezköy, Veliköy ve Kızılpınar’ın kanalizasyonu akıyor. Yine de bu görünen kirliliğin yalnızca evsel atıktan bu hale gelmiş olması pek mantıklı görünmüyor.
(Veliköy’den deşarj edilen kanalizasyon atıkları.)
(Ergene OSB 1 Atıksu Arıtma Tesisinden akan su. Fotoğraf: Sena Akkoç)
Habersizce ziyaret ettiğim bir fabrikanın arıtma sisteminden çıkan suyu görme imkânım oldu. İlk aşamada ponza taşı ve katı atıklar ayrıştırılarak katı atık arıtmasına gönderiliyor. İkinci aşamada çökertme havuzunda çöktürülen çamur, konik kuleye gönderilerek paketleniyor. Genelde bu aşamada çamurun bertaraf maliyetinden dolayı birçok fabrika için çamurun ne yapılacağı büyük bir sorun haline geliyor. Fiziksel ayrıştırma sonlanınca biyolojik reaktörlere aktarılan suda, sudaki maddeleri ayrıştıracak olan bakteriler besleniyor ve ölen bakteriler çöktürülüyor. Biyolojik arıtmadan çıkan ölü bakterilerin ardından su, kimyasal ayrıştırmaya gidiyor. Buradan çıkan su da anyonik alüminyum ve katyonik tanklara gönderilerek arıtılan suyun yüzde 50 kadarının yeniden fabrika içinde kullanılması sağlanıyor.
Fabrika teknik müdürü, müşteri kriterlerinin uluslararası standartlara uyumluluk baskılarının bakanlığın uyguladığı yaptırımlardan çok daha katı olduğunu söyleyerek arıtılmamış suyun kendileri için daha büyük maddi kayıplara yol açacağını belirtti. Görüştüğüm iş güvenliği ve çevre danışmanlığı şirketinin sahibi, bu tür fabrikalar için “Devletten değil, müşteriden korkuyor” diyor. Para cezaları fabrika sahipleri için caydırıcı olmadığından fabrikaların “temiz” olma seçenekleri de piyasa mekanizmalarına bırakılıyor.
(Tekstil fabrikasına ait atıksu arıtma tesisinden çıkan su (sağ).)
(Arıtılan suya ait parametereler.)
Cezaların caydırıcı olmayışının veya hiçbir yaptırıma maruz kalmadan kirletici olabilmenin en önemli sebebi, sanayi bölgesindeki çıkar ilişkileri. İş güvenliği ve sağlığı ve çevre danışmanlığı hizmeti veren bir firmanın yetkilileri, denetim süreçlerini anlatarak bugüne kadar karşılaştıkları ilginç olaylardan bahsetti.
"Bu Ergene kırmızı akar, mor akar…" diyerek söze başlayan firma yetkilisi, çevredeki en büyük felaketlere tekstil sektörünün (boyahanelerin) yol açtığını söylüyor. Fabrikalar atık sularını ya fosseptiklerde biriktirilerek arıtmaya göndermeli ya da kendi artıma tesislerinde arıtmalı. Ancak her iki seçenek de oldukça maliyetli; özellikle ikincisi, enerji ve bakım maliyetleri de üzerine eklenince fabrika sahipleri için pek "cazip" görünmüyor.
Fabrikaların arıtma sistemlerine dair genellikle üç sorun var: Arıtmanın olmaması, arıtmanın verimsiz çalıştırılması veya arıtmanın hiç çalıştırılmıyor olması. Bakanlık denetime geldiğinde giriş ve çıkış suyundan numune alıyor ve fabrikaların iç süreçleriyle ilgilenmiyor. Böylece daha önceden denetim haberini alan fabrika, suyu seyreltebiliyor veya arıtma sistemini çalıştırabiliyor. Fabrikaların ne tür denetimlerden geçtiğini öğrenmek adına bir iş güvenliği ve çevre danışmanlığı firması ile görüşmeye gittim. Firma yetkilierinden çevrelerindeki fabrikalarda karşılaştıkları sorunları değerlendirmelerini istedim.
İş güvenliği firmasının çevre mühendisi, bir fabrikada yaşadığı olayı şöyle anlatıyor: "Bir gün bir fabrikaya gittik. Tüm izinlerini almışlar, vidanjörleri var, fosseptik planları falan, her şeyleri var. Son anda, ‘Bir de fosseptiği görelim madem’ dedim. Ancak fosseptikleri yokmuş. Yani her şeyi kağıt üstünde tamamlayıp suyu olduğu gibi dereye bırakıyorlarmış”. Görüştüğüm iş güvenliği yetkilileri, benzer olaylara sürekli rastladıklarını aktarıyor.
GÜNÜ DE KURTARAMIYORUZ, YARINI DA...
Ergene Havzası'nın en kirli bölgesi Sağlık Mahallesinde insanlar, sanayi atıklarının -atığı kimin boşalttığı görülmesin diye- yağmurlu günlerde, yetkililerin çalışmadığı tatil günlerinde ve sabahları (akşam 5-6 civarında) bırakıldığını belirterek bana şikayetlerini anlattı.
Halk, bugüne kadar yapılan tüm eylem planlarını “günü kurtarmak” olarak nitelendiriyor ve hiçbirinin uzun soluklu olmadığından şikayet ediyor. "Seyirci" devlet, müdahalelerini yalnızca hasarların şiddetinin görünür hale geldiği durumlarda ve tercihen “hasarın parasal olarak ölçülebildiği” zaman yapıyor. Nehrin kirlilik seviyesi zirveye ulaşana kadar milletvekilleri ve gazeteciler de dahil olmak üzere yeterince aktörün yerel halkın şikayetlerine kulak asmamasını en iyi bu şekilde yorumlayabiliriz.
"Piyasa başarısızlığı" olarak adlandırabileceğimiz bu durumda ekonomik büyümenin ve çevre kalitesi ikilisinin her zaman birbirine karşı olduğunu varsayıyoruz. Ve biz bugün bu mantıkla, Ergene’nin kirliliğine çözümü, sözde arıtılan kirli suyu Marmara Denizi'ne aktarmak için döşenen derin deniz deşarj boruları gibi devasa teknik projelerde arıyoruz. Böylece gerçek bir çözüm üretmek yerine yalnızca bu pisliği bir yerden alıp başka bir yere aktarıyoruz. Ayrıca kimse olaydan sonra alınan tedbirlerin daha fazla kirliliğin önlenmesinde etkili olduğunu düşünmemeli. Tam tersine, David Harvey'in düşüncesine uygun olarak, ilerlemenin, özellikle sermaye birikiminin önünde hiçbir şeyin durmayacağından emin olacak şekilde adımlar atıldı.
Sağlık Mahallesi'ndeki yaşlılardan biri “Para kazanacaksın diye beni zehirlemeye hakkın yok” diyor... Aynı cümle, devletin ilerleme ve sermaye birikimi vizyonları açısından da geçerli. Kaynak kullanımını ve kontrolünü, maliyetlerini dışsallaştırarak ayrı bir ilerleme ve gelişme konusu olarak bu sorunları ele aldığımızda, en başta yarattığımız çerçeveden kaçamayız. Bu nedenle, doğayı, insanların -özellikle sömürüden kazanç sağlayan insanların- çıkarlarına uygun olacak dışsal bir madde olarak görmek, çözüm bulmada yardımcı olmayacak.
* Bu haber Medya Araştırmaları Derneği'nin ICFJ (International Center for Journalists-Uluslararası Gazeteciler Merkezi) işbirliğiyle yürüttüğü "Yeni Nesil Araştırmacı Gazetecilik Eğitimleri Projesi" kapsamında hazırlanmıştır.