Söyleşi: GÖKHAN BİÇİCİ
Türkiye'nin bu 20 yılını konuşmak herhalde başka modern uluslarda bütün bir ulusun tarihini, yüzlerce yıllık tarihini konuşmaktan çok farklı değil. İnanılmaz alt üst oluşlara sahne olmuş bir dönemden bahsediyoruz. Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılından bahsediyoruz ve bunun 20 yılına damgasını vurmuş bir iktidardan, bir liderden bahsediyoruz. AK Parti'nin bu 20 yıllık iktidarını bir cümleyle özetlemek istersen o cümle nasıl olur?
Ben daha kısa bir şey söyleyeyim. Bir cümle değil de tek bir sözcükle özetleyeyim: “Değişim.” Kimse olumlu anlamda söylediğimi düşünmüyordur. Gerçekten bir 20 yıldan bahsedeceksek, ben AKP’yi en başından beri rejim inşa eden bir parti olarak okumak gerektiği kanaatindeyim. Bugüne kadar yazdığım bütün makaleler, kitaplar AKP ile ilgili. Erdoğan ve AKP önce siyasal İslam'ın içerisinden çıktılar. Milli görüş gömleğini çıkarttık dediler. Bunlar doğruydu. Fakat eninde sonunda varoluşsal nedeni 1923’te kurulan cumhuriyet ve kurucu öğesi olarak Mustafa Kemal’le kavga olan siyasal İslamcı bir geçmişten geliyorlar. İktidarlarının ilk yıllarında demokratikleşme, vesayetle mücadele, Avrupa Birliği'ne uyum gibi birtakım başlıklar üzerinden bu mücadele verildi. Ama özellikle 2011-2012 civarında iş başka yöne doğru gitmeye başladı. Ve geriye kalan 20 yılda ben AKP’nin genel olarak devletin kurucu felsefesini siyasal rejimi değiştirdiğini düşünüyorum. Devlet aygıtını ciddi anlamda dönüştürdüğünü, aynı zamanda parlamenter sistemi zaten artık hepimizin bildiği üzere değiştirdiğini, dönüştürdüğünü, ortadan kaldırdığını, devlet mimarisini tamamen değiştirdiğini, devlet-toplum ilişkilerini büyük ölçüde dinselleşme üzerine kurmaya çalıştığını, bunda da önemli değişimlere imza attığını ve Türkiye ekonomisinde özellikle 12 Eylül ve 24 Ocak kararları sonrası başlayan yapısal dönüşümün neoliberal dönüşümü ciddi anlamda nihayetlendirdiğini; yani özelleştirmelerle, sendikasızlaştırmayla, taşeron çalışmayla, güvencesiz çalışmayla bu nedenle ben geride kalan 20 yılı bir değişim sözcüğü üzerinden anlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. O değişim “Türkiye'nin ve Türkiye'de yaşayan insanların lehine mi olmuştur?” sorusuna elbette ki “Hayır” diyeceğim.
Bugün AKP ve Erdoğan dışında ayrı bir devlet, ayrı bir devlet aklı, bağımsız, sınıflar üstü, iktidar üstü bir devlet aklının var olduğu yönündeki tezlerin doğru olduğu kanaatinde değilim. Ben AKP’nin ilk dönemlerinde AKP’den özerk bir devlet aklı vardı ve AKP zaten önce onunla mücadele etti.
Bir devamlılıktan mı söz ediyorsun? Temelde ikiye hatta üçe ayırabileceğimiz dönemler söz konusu değil mi? İlk yılları, 2011 sonrası dönemi, Gezi sonrasını, 2015 kırılmasını, hâlâ içinde yer aldığımız dönemi aynı kapsamda değerlendirmek mümkün mü?
Eğer mesele rejim değişikliği ise ve kendi iktidarını inşa etmekse bence mümkün. İttifaklar değişti, söylemler değişti, strateji değişti ama eninde sonunda benim düşüncem Erdoğan'ın en başından itibaren kafasında bir kurgu olduğu ve o kurguyu hayata geçirme yönünde adımlar attığı yönünde. Şöyle olmadı; örneğin kimi liberal analizlerin, araştırmacıların, akademisyenlerin iddia ettiği üzere “AKP ya da Erdoğan en başta gerçek anlamda bir demokrasi istiyordu. Ama sonrasında işte birtakım zorunluluklar, bir takım gelişmeler onu demokrasi dışı bir seçeneğe yöneltti” diye bir bakış açısı varsa ben buna katılmıyorum. Çünkü sınıflardan, tarihten, uluslararası ilişkilerden bağımsız bir devlet aklının tepelerde bir yerde hiç değişmeden var olduğunu ve Türk siyasi aktörlerini Türk siyasal hayatındaki aktörleri zaman içerisinde biçimlendirdiği öne süren bir yaklaşım bu. Liberal bir değerlendirme. Doğru olmadığını düşünüyorum. Bugün AKP ve Erdoğan dışında ayrı bir devlet, ayrı bir devlet aklı, bağımsız, sınıflar üstü, iktidar üstü bir devlet aklının var olduğu yönündeki tezlerin doğru olduğu kanaatinde değilim. Ben AKP’nin ilk dönemlerinde AKP’den özerk bir devlet aklı vardı ve AKP zaten önce onunla mücadele etti.
Demokratikleşme söylemi en çok aslında o mücadelenin söylemeliydi, oraya hizmet ediyordu. Devlet içerisindeki odaklar işte Ergenekon davasıyla, balyoz davasıyla başka bir takım davalarla cemaatin, emniyet ve yargı gücü kullanılarak tasfiye edildi. Bu tasfiye operasyonlarının üzerine inşa edildiği söylem, vesayetle mücadeleye, devletin bağırsaklarının temizlenmesi, derin devletle hesaplaşma, demokratikleşme iddiaları üzerine kurulmuştu. AKP sonra iktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra önce liberalleri bir ağırlık olarak gördüğü için attı. Sonra Fethullah Gülen Cemaati ile aralarında iktidar sahipliğine dair bir kavga ortaya çıkınca, bu sefer cemaatle ciddi bir mücadele içerisine girdiler. Cemaati büyük ölçüde tasfiye ettiler. 17-25 Aralık’tan işte 15 Temmuz darbe girişimine uzanan bir süreç.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra kendisine yeni bir ortak buldu. Birincisi işte MHP/ülkücü hareket, diğeri de Silivri'den salınan bir kısım ulusalcılar. Başta Aydınlık çevresi olmak üzere ulusalcıların bir bölümü de AKP ile işbirliğine yöneldiler. Şimdi ittifaklar değişti, söylemler değişti, ama örneğin şöyle olmadı; Erdoğan, 2013 yılının bilmem hangi gününe kadar aslında demokrat biriydi, ama bir sabah yatağından uyandı ve kendini antidemokratik figüre dönüşmüş olarak bulmadı. Ben bu anlatının doğru olmadığı kanaatindeyim. Sadece Erdoğan şartlara baktı, konjonktüre baktı. Neyin mücadelesi verilmesi gerekiyordu?
Yanına liberalleri alarak, iş dünyasını alarak, solun bir kısmını alarak, Kürt hareketini alarak, Alevileri alarak gerçek anlamda Türkiye'de bir demokratikleşme süreci başlattığına toplumu ikna etmesi gerekliydi. Bu ikna sürecinde dünyadaki sıcak para bolluğuyla Türkiye'de enflasyonun, dövizin ve faizin düşük tutulabilmesi, insanların 2000’li yılların öncesiyle kıyaslandığında alım güçlerini kısmi de olsa artması da işe yaradı. Borçlanma üzerinden tüketilebilen bir toplum daha düşük maliyetlerle borçlandı ve ciddi anlamda da bir “refah”a doğru gitti. Ekonomideki o bahar havası, hatta yaz havası da demokratikleşme söylemlerine yardımda bulundu. Ne zaman ki 2013’ten itibaren parasal genişleme dünyada durdu, Türkiye'de enflasyon artmaya başladı. Bu aynı zamanda AKP nin otoriterliğinin de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladığı dönemdir. Ben ikisi arasında ayrıca bir paralellik bulunduğunu düşünüyorum.
AKP dediğimiz şey 2001’de 2002’de ya da bugün neyi ifade ediyor? Yani orada Erdoğan mı çok belirleyen bir figür. Çünkü AKP'nin planı bu diyorsak AKP'yi kuranların yüzde 90’ı bugün AKP'de değil. Devlet Bahçeli, bugün Cumhur İttifakı’nda en yakın ortağı durumunda. Bahçeli, uzunca süre Kemal Kılıçdaroğlu'yla birlikte Ekmelettin İhsanoğlu’nu aday çıkaran işte 17-25 Aralık için “Benim odamdaki saat o dakikada o saatte durdu” diyen, en ağır eleştirileri yapan bir figürdü. Bugün de etkisiz bir figür değil, devlet açısından. Erdoğan’a çok mu anlam yüklüyoruz acaba?
Evet ben Erdoğan'dan ayrı Erdoğan'dan bağımsız bir AKP tarihi yazmanın öyle çok kolay olmadığını düşünüyorum. Başlarda evet kurucu kadronun içerisinde olanların önemlice bir bölümü bugün yoklar. Bu eninde sonunda AKP’nin 20 yılının belli bir ajanda üzerine kurulmadığını söylememizi gerektirmez. Ayrıca Erdoğan'ın buradaki belirleyici rolünü görmemizi engellemez. Şimdi madem Cumhuriyet’in yüzüncü yılı hem de AKP’nin yirminci yılı, ikisi arasında bir analoji kurmak isterim. Cumhuriyet'in kuruluş dönemiyle geriye doğru anlatılan resmi tarih anlatısında ya da popüler tarih anlatısında belli bir idealist kadro zümrenin Mustafa Kemal'in etrafında kenetlendiği, önce milli mücadeleyi yaptığı, sonra arkasından da Cumhuriyet’i ilan ettiği düşünülmüştür. Bunun böyle pürüzsüz, asla egemenlik mücadelelerine tekabül etmeyen, tarafların kendi hırslarını ve çıkarlarını bir kenara koydukları dönemmiş gibi anlatıldığını biliriz. Halbuki bu yalandır, Cumhuriyet’in ilan edilmesi de dahil paşaların kendi aralarındaki güç mücadeleleri belirleyici rol oynamıştır. Geriye doğru anlatılan ve tamamen idealizm üzerinden okunan Cumhuriyet anlatısında bu kavgaların hiç bize anlatılmadığını görüyoruz. Dışardan Enver Paşa sürekli Türkiye’ye gelmek ister, Mustafa Kemal engeller. Mustafa Suphi'nin katledilmesi yine bu kavganın egemenlik mücadelesinin bir sonucudur. Tüm bunlardan bu tarafa doğru gelelim. Burada da elbette ki bir kuruluş süreci var, buna ikinci Cumhuriyet demek yanlış. Burada bir Cumhuriyet yok, ciddi bir monarşi var. Bu yeni rejimin kuruluşu esnasında elbette ki AKP’nin kurucu kadroları ile Erdoğan arasında kimi zaman egemenlik kavgaları ortaya çıktı. Dikkat edin hâlâ Erdoğan'ın tartışılmaz liderliği etrafında onu sorgulamayan kadrolar. Örneğin Gül’den, Arınç'tan hâlâ böyle tam karşı çıkışlar duyamıyoruz. Sadece oradan iki ekip ayrıldı, birisi Davutoğlu, birisi Babacan ekibi ayrıldılar. Başından itibaren tek bir AKP olmadı güç dengeleri itibariyle. Ama ben en başından itibaren tek bir Erdoğan olduğunu, Erdoğan'ın bir yandan rejim inşa ederken bir yandan da kendi tek adamlığını inşa ettiğini düşünüyorum. Bu Erdoğan ile Atatürk'ü kıyaslamak anlamına gelmez.
AKP çok hızlı bir şekilde iktidar oldu. İktidar olduğunda devleti yönetecek kadro birikiminden yoksundu. Bürokraside hâlâ öyle ya da böyle farklı ekoller vardı. Klasik devletçi gelenekten gelen ekol esas olarak orayı tutuyordu. Başta yargı olmak üzere bunun bir çözümü olarak 40 yıldır sızıntı stratejisi doğrultusunda devlet içerisinde örgütlenen cemaate sığındılar. Ortaya böyle bir koalisyon çıktı.
Cemaati burada nereye koyuyorsun? Erdoğan'ın iktidara gelmesini ve hakim olmasını kolaylaştırdı elbette, ama sonrasında ortaya bir çatışma çıktı. Bu mesela bir ajandaya tekabül ediyor muydu?
AKP iktidarının öncesine gidelim ve bu iki hareketin mazilerine bakalım. İkisi de siyasal İslamcı geleneğin temsilcisi. AKP işte milli görüş geleneğinin içerisinden geliyor, Erbakan ekolünden geliyor. Erbakan'ı geriye doğru götürdüğümüzde İskenderpaşa Cemaati’ne Mehmet Zahit Kotku’ya uzanıyor. Öte yandan Gülen Cemaati’ne baktığımızda da Nurculuk ekolünün bir temsilcisi, o da Said Nursi'ye uzanıyor. Said Nursi ekolü ile milli görüş ekolü AKP iktidara gelene kadar neredeyse hiç ittifak kurmamışlardır. Sadece dönemsel olarak CHP ile DSP’nin koalisyon kurduğu 73 seçimlerinin öncesinde çok kısa bir ittifak var, ama Erbakan, Ecevit ile koalisyon kurduğunda bu destek çekiliyor.
90’lı yıllarda kısmen Tansu Çiller, Mesut Yılmaz arasında gidip gelmiş ama milli görüş geleneği ile Nurcu ekoller arasında hiçbir zaman tam bir ittifak yok. 2002 yılının özellikli olmasını sağlayan olaylardan biri bu ikisi arasında gayri resmi bir koalisyon ortaya çıkmış olması. Bunun da aslında basit bir nedeni var. Milli görüş geleneğinden gelen AKP, bence kendisinin beklediğinden erken bir zamanda iktidar oldu.
Türkiye 90’lı yıllar boyunca, 11 yıl süren bir koalisyonlar döneminden geçti. Burada siyasal kriz var, ekonomik kriz var, hegemonik kriz var. Hatırlayalım, AKP iktidara gelmeden hemen önce Ankara'da siteler esnafının çok büyük bir eylemi vardı. Türkiye'de esnaf eylemi çok nadir olur, Kızılay sokaklarında esnaf kalaslarla polis kovalamıştı. Türkiye'nin yaşadığı krizin hegemonya krizinin en büyük işaretlerinden biri bence buydu. 90’lı yıllar boyunca işlenen cinayetler, Gazi katliamı, Sivas katliamı, Kürt sorununun ortaya çıkması, kontrgerillanın ifşası, 28 Şubat süreci. Yani Türkiye'de düzen 2000’lerin başında dikiş tutturamıyor ve bir restorasyon arayışı içerisindeydi.
AKP çok hızlı bir şekilde iktidar oldu. İktidar olduğunda devleti yönetecek kadro birikiminden yoksundu. Bürokraside hâlâ öyle ya da böyle farklı ekoller vardı. Klasik devletçi gelenekten gelen ekol esas olarak orayı tutuyordu. Başta yargı olmak üzere bunun bir çözümü olarak 40 yıldır sızıntı stratejisi doğrultusunda devlet içerisinde örgütlenen cemaate sığındılar. Ortaya böyle bir koalisyon çıktı. AKP devlet içerisinde cemaat kadrolarının önünü açtı, kilit noktaları onlara verdi. Cemaat bunun karşısında ne yaptı? AKP’nin devletleşmesini engelleyecek, rejim inşasını durdurabilecek güçte olduğunu düşündüğü odaklara operasyonlar gerçekleştirdi. Özellikle 2012-2013 yılına kadar tarafların birbirlerinden çok rahat biçimde faydalandıklarını, gayriresmi bir koalisyon kurduklarını ve birlikte yeni bir rejimi inşa ettiklerini söylemek mümkün. Cemaat kadroları olmasaydı AKP bu kadar hızlı bir tasfiye operasyonunu gerçekleştiremezdi. Sadece Ergenekon ve Balyoz değil, KCK operasyonlarını da örneğin cemaat yaptı. Sivil Kürt siyasetenin kelepçelerle karakolların önünde bir kuyruğa sokulması da cemaat projesiydi. Cemaat, Kürt hareketini solcu, sosyalist, Alevi damarı olduğundan yola çıkıp, daha muhazafakar, daha devletle bir karışık hareket yaratmanın da hesabını yaptı. Başka yerden döndü bu.
12 Eylül rejiminin gayriresmi ideolojisi Türk-İslam senteziydi. Ben o Türk-İslam sentezinin, Türkçülük kısmının bugün MHP ve Aydınlık’la; İslamcılık kısmının AKP ile temsil edildiğini düşünüyorum. 12 Eylül paşalarının rüyalarında görebilecekleri bir iktidar. Sol yok, emek hareketi yok, sendikal sistem yok, ihracata dayalı bir rekor kırma hikayesi var. Aynı zamanda toplum da dinselleştirilmiş, milliyetçileştirilmiş, muhafazakârlaştırılmış.
Sovyetler’in çöküşü, 90’lar, genel olarak sosyalizmin, sosyalist hareketlerin, işçi hareketlerinin zayıflığı ve etkisizliği ile de herhalde birleşti bu. İslamcı hareketin toplumun en yoksullarının desteğini örgütleyerek yayılması ve bir anda da iktidarı kucağında bulması ile sonlandı. Deniz Baykal'ın kızı Aslı Baykal istifa etti CHP’den, kendisinin de istifa edebileceği söylendi. Baykal kritik bir yerde duruyordu. Genelde “Yetmez, Ama Evet”çilere çok saldırılıyor, bence abartılıyor rolleri. Cemaatle en çok çatışıyor gibi olan, bugün AK Parti’nin yeni koalisyon ortağı olan, Baykal’ın ve sağ ulusalcıların rolünü bu 20 yılda nereye koyuyorsun?
Bunlarla ilgili ilk yazıyı yanılmıyorsam, darbe girişiminden sonra yazmıştım ve ikinci ‘Yetmez ama evet’ dalgası yükseliyor teşhisinde bulunmuştuk. AKP’nin en büyük özelliği çok esnek koalisyonlar yapabilmesi. Özellikle 2013 Gezi sonrasında, yavaş yavaş o eski ittifaklarını bir kenara bırakırken, yerine yenilerini koymayı başardı. Devamlığı da buradan geliyor, bekaa mücadelesini çok iyi veriyor. Baykal’ın ve MHP’nin oynadığı önemli roller var. İttifak olmadıkları dönemde de kritik can simitleri verdiler. Baykal izin vermeseydi Erdoğan Siirt milletvekili olamayacaktı. Bu hamleyle Baykal, muhalefet alanında tek adam olmaya çalışıyordu. O dönemde AKP ve CHP’den ibaret 2 partili bir siyasi konfigürasyonun ortaya çıkacağı, Amerika’daki gibi ilerleyebileceği yönünde bir inancı vardı. Erdoğan’ın Baykal’a “Seni cumhurbaşkanı yaparız” dediği ve Baykal’ın buna ikna olduğu da iddia edilenler arasında. Bu doğru mu bilmiyorum, ama Baykal’ın istediği olmadı sonuç olarak.
Ulusalcıların özellikle sağcı kesimleri ya da giderek sağcılaşan kesimleri AKP’yle temas içerisinde oldular. AKP özellikle liberallerle bağlarını koparıp meseleyi tamamen bir beka sorununa indirgeyip. dost-düşman ikiliği üzerinden kurduğu siyaseti milliyetçilikte taçlandırdı. Fethullahçılığı ve Kürt hareketini 2 büyük düşman olarak önüne koyup ülkeyi önce OHAL daha sonra resmi OHAL ile daha sonra da gayriresmi OHAL ile yönetmeye başladı. Oy ve güç potansiyelleriyle iktidar olma şansı olmadığını gördüler ve MHP koalisyonu ile birlikte devletin bir bölümünü kontrol altına alabileceklerini fark ettiler.
Tam Türk-İslam sentezi aslında. Buradan hareketle aslında şunu da söyleyebiliriz: 12 Eylül rejiminin gayriresmi ideolojisi Türk-İslam senteziydi. Ben o Türk-İslam sentezinin, Türkçülük kısmının bugün MHP ve Aydınlık’la; İslamcılık kısmının AKP ile temsil edildiğini düşünüyorum. 12 Eylül paşalarının rüyalarında görebilecekleri bir iktidar. Sol yok, emek hareketi yok, sendikal sistem yok, ihracata dayalı bir rekor kırma hikayesi var. Aynı zamanda toplum da dinselleştirilmiş, milliyetçileştirilmiş, muhafazakârlaştırılmış.
“Fikri iktidarda” lafını hatırlarsın.
Tam olarak öyle. 12 Eylül’ün üzerinden 42 yıl geçti, biz bunun yarısını AKP rejimiyle geçirdik. 12 Eylül rejimi çok net biçimde aslında AKP iktidarıyla devam ediyor. AKP’nin kurduğu siyasal alanda Türkçü-İslamcı, ekonomik alanda neoliberal sistem tam olarak 12 Eylül’ün hayalini kurduğu sistemdi.
Bir yandan AKP’ye rejim değiştirme anlamını yüklüyoruz AK Parti’ye; bir yandan da 12 Eylül paşalarının hayallerindeki iktidarı inşa ettiğini söylüyoruz. Burada bir çelişki yok mu sence? 1980’den 2022’ye bir devamlılıktan bahsediyor gibi vurgular yaptın, bir yandan rejim değiştirdi diyorsun.
Bu süreklilik-kopuş diyalektiği ile bakılması gereken bir mesele. AKP 2002 yılında gökten zembille inmedi, bu işin bir evveliyatı ve isteyen bunu 12 Eylül’e kadar, 1946’ya kadar götürebilir. Benim kitaplarımda 1946 çok kritiktir, çünkü o tarihten itibaren Türkiye hızlı bir şekilde soğuk savaşın parçası haline geliyor. Bu tarihlerde çok partili hayata geçiliyor, antikomünizm siyasetin merkezine yerleştiriliyor, imam hatiplerin, Kuran kurslarının, din derslerinin, cemaatlerin, tarikatların önü açılıyor. Milli Türk Talebe Birliği’nden başka oluşumlara kadar, dinselleşme ve antikomünizm temel paradigma haline geliyor. AKP 2002’de birden ortaya çıkmadı, elbette Türkiye İslamcılığının bir geçmişi var. Ama daha önce hiç tek başına iktidar olamamıştı.
Türk sağının Menderes, Özal, Demirel gibi figürleri cumhuriyetin kendilerine göre radikal kısımlarını hep törpülemeye çalıştılar. Ama hiçbir zaman 1923 devrimi ile kökten bir hesaplaşmaya girecek cesareti bulamadılar. Karşı devrimciliğin de devrim olduğunu hesaba katarsak AKP bu anlamda devrimcidir. 12 Eylül darbesi devletin içerisindeki gücün dağıtılmasını tersine çevirdi, yasama-yürütme-yargı arasında yürütmeyi ön plana çıkardı, yasamayı daha zayıflattı. Özal da çok uzun süre Türkiye’yi KHK’lar ile yönetti, ama dediğim gibi köklü bir rejim arayışına girmedi. Erdoğan önce fiili olarak rejimi değiştirdi. Sonrasında bunu partili cumhurbaşkanlığı adı altında resmileştirdi. Mesele tek başına cumhurbaşkanlığı ya da parlamenter sistem değil, kurucu felsefe, devlet-toplum ilişkileri üzerine kuruldu. İktidarın kaynağı ve mekanı olan meclisin yerini saray aldı. Yeniden Osmanlıcılık dirildi. Bugün Vahdettin’e hain demek yargılanma sebebi, saltanatın kaldırılmasını anmak sistem içi aktörler tarafından geçiştirilen bir olgu haline geldi. Cumhuriyet kutlamalarında dahi dikkat edersek AKP’nin cumhuriyeti kuran CHP’den daha coşkulu kutladığını görebiliriz. CHP’yi yöneten kadro 29 Ekim’i kendi seçim kampanyasının başlangıcı yapabilirdi, kitleleri mobilize etmeye çalışıp yeni bir umut dalgası yaratabilirdi. Bunu tercih etmedi, ama AKP “Türkiye Yüzyılı” kampanyasını başlattı, TOGG’un fabrika açılışını 29 Ekim’e denk getirdi. Ben bunların tesadüf olduğunu düşünmüyorum.
Mahir Ünal’ın “görevden affını istemesi” durumu gibi birtakım değişiklikler var. Cumhuriyetle ya da Atatürk kimliğiyle uzlaşmak cephesinde. Bunu doğru mu anlıyorum?
Kesinlikle öyle. Yeni bir tarih yazımı, yeni bir Cumhuriyet ve yeni bir Atatürk figürü yaratılıyor. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan cumhuriyete bir süreklilik olduğunu söylüyorlar. Cumhuriyetin aslında Osmanlı’dan kopuş olduğu gerçeğini gözlerden gizlemeye çalışıyorlar. Örneğin Atatürk için Osmanlı’nın bir parçası olduğunu iddia ediyorlar ama Atatürk’ün doğrudan Osmanlı’yı köhnemiş bir düzen olarak gördüğü, yeni kurduğu ulus devlet ile Osmanlı bağlarını tamamen koparmak istediği gerçeğini saklıyorlar. “Gavura karşı milli mücadele verildi, o mücadelenin lideri de Mustafa Kemal’di” anlatısı oluşturuluyor. Bu doğru, ama söz konusu devrimler, inkılaplar olduğunda hemen bir sessizlik oluyor. Burada İslamcıların gerçek yüzünü Mahir Ünal göstermiştir.
AKP’nin cumhuriyetin yüzüncü yılına doğru giderken cumhuriyetçi olduğu söylemine Mahir Ünal bir çelme takmış oldu, zamansız öten bir horoz gibi görüldü. Erdoğan öylelerini hiç sevmez. Çünkü o tür çıkışları hep kendisi yapar. Kamuoyunun nabzını yoklar, ona göre ya geri adım atar ya ileri adım atar.
Tam cumhuriyetçi bir tavır alıp, devlette devamlılığı savunup yerli silah, yerli sanayi, yerli otomobil üzerinden bir kampanya düzenleyecekken bu Cumhuriyet düşmanlığı nereden çıktı?
Mahir Ünal İslamcıların 70 yıldır birbirlerine söyledikleri bir şeyi tekrar etmiş oldu. İslamcılar Harf İnkılabı ile insanların dinden çıktığını, cahilleştiğini, geçmişiyle bağının koparıldığını, Osmanlı geçmişinden uzaklaştığını düşünüyorlar. Mahir Ünal’ın şanssızlığı dijital medya çağında ve sosyal medya çağında yaşadığımızı unutmak oldu. Halbuki Erdoğan’a Harf İnkılabı ile ilgili ne düşündüğünü sorsanız Mahir Ünal ile birebir aynı şeyi söylecektir, bunun bir kopuş stratejisi olduğunu söyleyecektir. Ama bugün izlenen strateji bunu söylemesini engelliyor. AKP’nin cumhuriyetin yüzüncü yılına doğru giderken cumhuriyetçi olduğu söylemine Mahir Ünal bir çelme takmış oldu, zamansız öten bir horoz gibi görüldü. Erdoğan öylelerini hiç sevmez. Çünkü o tür çıkışları hep kendisi yapar. Kamuoyunun nabzını yoklar, ona göre ya geri adım atar ya ileri adım atar. Ama parti içerisinden böyle açıklamalar yapıldığında, eğer toplumda buna karşı tepki varsa hemen o kişiyi geriye çeker.
2023 hem cumhuriyetin yüzüncü yılı hem de belki Türkiye’nin kader seçimlerine ev sahipliği yapacak yıl olacak. Aynı zamanda AKP’nin seçim zaferinin 21. yılı olacak. Sence 2023 AKP’nin son yılı mı?
Eğer önümüzdeki seçimlerde AKP bir dönem daha iktidar olamazsa ben AKP’nin muhalefette kalacak bir parti olduğunu, Erdoğan'ın ana muhalefet partisi liderliğini üstleneceği düşünmüyorum. Böyle bir manzara bana tuhaf geliyor. İstenildiği kadar helalleşmeden söz edilsin, bir kere AKP iktidardan düştükten sonra bütün tek parti rejimlerinin başına gelen şey onların da başına gelecektir. AKP gibi rejim inşa eden partiler iktidardan gittikten sonra kolay kolay geri dönemiyorlar. Çünkü o inşa ettikleri rejimin bir şekilde değiştirilmesi süreci karşımıza çıkıyor. O değişim sürecinde de ister istemez birtakım faturalar o rejimi değiştiren partilere kesiliyor. Bunun böyle olup olmadığını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Ama ben seçimlerin kazanılmasının garanti olduğunu, ekonominin kendiliğinden AKP’yi götüreceği yönündeki iddiaların çok da doğru olduğu kanaatinde değilim. Hiçbir şey yapmadan seçim gününü beklemek, seçim gününde normal bir şekilde oyların sayılacağını beklemek üzerine kurulu bir stratejinin seçim kazandıracağını düşünmüyorum.
Şimdi Altılı Masa’da ciddi bir uyumsuzluk hali ortaya çıkmaya başladı. Liderler birbirleri hakkında programlarda konuşuyorlar, masaya dışarıdan kimlerin davet edileceği gibi problemler olduğu görülüyor, henüz bir adayın kesinleştiğini söylemediler. Bir an önce Altılı Masa asgari bir program hazırlayıp, bir aday etrafında kenetlenen bir muhalefet yaratmazsa, ben AKP’nin önümüzdeki aylarda, şimdiden toparlamaya başladığı görünümün, daha da iyileşeceği kanaatindeyim. AKP’nin bu süreçte EYT, asgari ücret artışı, memur maaşı artışı, emeklilik maaşı gibi para saçma hamlelerine girişeceği çok belli. Bunun yaratacağı geçici rahatlık halkta AKP’nin yeniden ekonomiyi toparlayabileceği, karşısında bir alternatif olmadığı algısına yol açarsa AKP yeniden seçilebilir. Bu yüzden muhalefetin bir an önce teyakkuz haline geçmesi lazım.