STGM’in 20. yılını kutluyorsunuz. Bize STGM’nin misyonunu ve faaliyetlerini anlatır mısınız?

STGM’nin 20. yılı, ülkemiz açısından bir dernek için önemli bir dönüm noktasıdır. STGM ilginç bir yapıdır; 20 yıl önce kurulmuş bir dernek olmasına rağmen, sivil toplumu güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Üç ana hedefimiz var. Birincisi, sivil toplum örgütleri için güçlendirici bir ortak olmak. İkincisi, sivil toplum alanında bilgi üretmek, yaşanan sorunlara ilişkin farkındalık yaratmak ve kamuoyu oluşturmak. Üçüncü hedefimiz ise örgütlenme özgürlüğünü savunmak ve güçlendirmektir.

Bu büyük kavramların ötesine geçerek, biz bu işleri nasıl yapıyoruz? Sivil toplum örgütlerine destek veriyoruz. Bir derneği ya da vakfı yönetirken karşılaşılan sorunlarda, telefonla ya da e-posta ile danışabileceğiniz bir destek merkeziyiz. Bildirimlerin nasıl yapılacağından, alınan cezalara itiraz süreçlerine kadar geniş bir alanda destek sağlıyoruz. Proje hazırlama konusunda da rehberlik ediyoruz.

STGM aynı zamanda yaygın eğitimler düzenlemektedir. Eğitim fabrikası gibi çalışıyoruz; stratejik plan hazırlamadan dijital araçların kullanımına kadar geniş bir eğitim çerçevemiz var. Sivil toplum örgütleri, dernekler ve vakıflar bu eğitimlerden faydalanabilir.

Üçüncü olarak, STGM kaynak yaratmaya çalışmaktadır. Başından beri AB programlarına dahil olmaktadır. Şu anda yürüttüğümüz iki AB programımız var. Birlikte Programı ile örgütlerin kapasitelerini güçlendirirken, aynı zamanda kaynak da aktarıyoruz. 6 Şubat depremlerinden sonra AFET platformuyla ve AFET’e hazırlık konusunda çalışan örgütlere yönelik bir hibe programı başlattık. Ayrıca, erken yaşta kız çocuklarının evlenmesini önlemeye yönelik bir programımız da bulunmaktadır. STGM’nin temel işleri arasında kaynak yaratma önemli bir yer tutmaktadır.

Örgütlenme özgürlüğü konusunda da çalışmalar yapıyoruz. Alanındaki sorunları uluslararası standartlarla karşılaştırarak, mevzuatta yaşanan sorunları anlamaya çalışıyoruz. Büyük ölçüde Avrupa Birliği ile çalışıyor ve AB projelerinin yürütülmesinde aracılık ediyoruz. 2000’li yıllardan beri bu misyonu sürdürüyoruz ve AB sürecinin bir parçası olarak çalışmaya devam ediyoruz.

Bizim de katıldığımız Uluslararası Örgütlenme Özgürlüğü Konferansı'ndan başlamak istiyorum.  Sivil toplumun durumunu, örgütlenme özgürlüğü konusunda hem ülkemizdeki hem dünyadaki durumu anlayabilmek açısından çok bilgilendiriciydi. Sivi toplum daralıyor diyorsunuz, uluslararası duruma kıyasla ne durumdayız?

Türkiye’deki sivil toplum örgütleri bu işe katkı vermeye gönüllüydü. Bence bu çok güzel bir şeydi. Katılımcılar, sonuna kadar dinleyerek ve sorular sorarak etkinliğe dahil olmaya çalıştı. Hatta, Türkiye’deki ve yabancı konuklar arasında, kimsenin salonu terk etmediği ve herkesin etkinliği dikkatle takip ettiği sıkça vurgulandı. Bu, etkinliğin güzel taraflarından biriydi.

Ancak, örgütlenme özgürlüğü veya örgütlenme meselesi sadece Türkiye’de değil, dünyada da benzer sorunlarla karşılaşılan bir konu. Türkiye’de koşullar biraz daha sert, bunu kabul etmek lazım. Fakat bazı örneklerde gördük ki benzer sıkıntılar tüm dünyada yaşanıyor. Örneğin, Slovakya’da seçimlerden sonra iki yıl içinde her şey tepetaklak oldu. Macaristan ve Polonya’da da benzer durumlardan bahsetmiştik. Son olarak, Gürcistan’da olanlar ve bu etki ajanlığı yasası bizde de gündeme gelmişti. Gürcistan, Avrupa Birliği üyelik müzakerelerini durdurdu ve askıya aldı. Türkiye’de de bu konu sıcak bir gündemdi. 

Ayrıca, etkinliğe 20’ye yakın uluslararası katılımcı vardı. Dünya örneklerini görmek açısından da önemli bir etkinlikti. STGM’nin, sivil toplum açısından önemli imza etkinliklerinden biri de Sivil Sesler Festivali’dir. Ekim ayının ilk haftasında Ankara’da gerçekleşecek olan bu etkinliğe de katılmanızı isteriz. Türkiye’nin her yerinden yüzlerce sivil toplum örgütünün katıldığı ve onlara alan açtığımız çok keyifli bir etkinlik oluyor. STGM, yaptığı işlerle uluslararası ve ulusal tarafı birleştirmeye çalışıyor.


Otoriterleşen bir dünyada sivil toplumun alanı gittikçe daralıyor. Ama siz bu tüm tabloyu değerlendirdiğinizde gerçekten  tablo bu kadar umutsuz mu?
 

Bu konuda çok önemli bir noktaya temas ediyorsun aslında. Devletler, özellikle kötü uygulamaları ve sivil alanı daraltan yöntemleri birbirlerinden çok hızlı öğreniyorlar. Sivil toplumun da birbirinden hızlı öğrenmesi lazım ve bu tür etkinlikler bu sürece vesile oluyor. Dünyaya baktığımızda dalgalı bir seyir görüyoruz. Bazen olumlu gelişmeler yaşanırken, bazen olumsuzluklar görüyoruz. Örneğin, Avrupa’daki seçimlerde aşırı sağın yükseldiğini düşünürken, İngiltere ve Fransa seçimlerinde farklı sonuçlar gördük. Türkiye’deki gündem de çok hızlı değişiyor. AB sürecinde hızlı reformlardan, geriye gidişlere kadar her şey hızla değişebilir. Bu nedenle her zaman hazırlıklı olmak, ümitli olmak ve çalışmaya devam etmek gerekiyor.

Türkiye açısından son yıllar zor geçti, özellikle sivil toplum açısından. Araştırmamız da bu durumu ortaya koyuyor. Ancak ben her zaman ümitliyim. Çalışmaya ve uğraşmaya devam etmek gerekiyor. Tam bu noktada Örgütlenme Özgürlüğü ve Katılım Hakkı raporunun detaylarından bahsedeyim. Büyük bir saha araştırması yaptık. Teknik detaylara girmeden, üç ana şeye baktık: örgütlenme özgürlüğü, elverişli ortam ve mevzuat. Bu alanları düzenleyen unsurları inceledik.

Devlet, sivil topluma kapılarını kapatıyor diyorsunuz. Bu konuyu biraz ayrıntılandırabilir misin?
 

Birincisi, yasama süreçlerine baktık. Meclisteki tüm kanunları taradık. İlginç olan şey, tutanaklarda sürekli olarak sivil toplum örgütlerine teşekkür ediliyor. Görüşmelerde ve kapanış oturumlarında, özellikle birileri çıkıp, ‘bu sürece katkı veren sivil toplum örgütlerimize teşekkür ederiz’ diyor. Raporu yazarken Hakan’la birlikte bu durumu inceledik. Tutanaklara baktık, ama sivil toplumun gerçekten dahil olduğunu gösteren bir şey bulamadık. Yani sivil topluma yapılan atıflar var, ama bu atıflar somut bir katılımı işaret etmiyor. 2021-2022 yıllarında sadece iki kanunda sivil toplumun bir şekilde dahil olabildiğini gördük. Bunlardan biri hayvanları koruma kanunuydu, diğeri ise eşitlik ve yetim korunmasıyla ilgili bir kanundu. Bu iki örnek dışında, sivil toplumun yapılandırılmış bir katılımı yok. Meclise girmek, yasama süreçlerine dahil olmak çok zorlaştı. Muhalefet veya iktidar üzerinden de deniliyor ama alan gerçekten kapalı ve zor. Ayrıca, torba kanunlar hızlıca çıkarılıyor ve bunların takibi çok zor oluyor. Bu temel bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.

İkincisi, mevzuata baktık. Türkiye’de 300’ün üzerinde tanımlanmış katılım mekanizması ve 200’ün üzerinde mevzuat var. Kanun, yönetmelik vb. sivil topluma atıf yapıyor. Yabancı gözlemciler bu durumu olumlu değerlendirse de aslında bu çok karmaşık ve yapılandırılmamış bir sistem. Türkiye’de vatandaşların ve sivil toplumun devleti denetlemesi, karar alma süreçlerine katılması ve bu kararların niteliğini artırması için kapılar kapalı. Mevcut mekanizmalar sembolik ve idarenin inisiyatifinde. İdare, kendine daha yakın gördüğü örgütleri seçiyor, risk almıyor ve LGBT örgütlerini veya makbul olmayan örgütleri dışarıda bırakıyor. Çünkü bağlayıcı bir çerçeve düzenleme yok.

Üçüncüsü, Türkiye’de mevzuat ve yönetmeliklerin hala bürokrasi tarafından hazırlandığını gördük. 2000’li yıllarda düzenlemeler güçlendi ve en azından yönetmeliklerin %20’si için sivil toplumdan görüş alınıyor. Bu, sivil toplumun katılımına inanan ve dahil etmeye çalışan iyi niyetli girişimlerin hala mevcut olduğunu gösteriyor, ancak bu girişimler azalıyor ve iyi yapılandırılmıyor. Hem sivil toplumun hem de kamunun yeterli kapasitesi ve düzenlemesi yok. Ancak, kapasite arttıkça katılımın arttığını görüyoruz. Hak temelli yaklaşım arttıkça da katılım artıyor. Ayrıca, sektörel derneklerin, müteahhit dernekleri gibi, politikayı etkileyebildiğini görüyoruz. Bu durum, finansal kaynaklarla iç içe oldukları için daha kolay oluyor ve kapalılık meselesi buradan kaynaklanıyor.

Sivil Toplum Katılım Hakkı

Bir yandan da örgütlenme sayısının düştüğünü görüyoruz. Raporunuzu incelediğimde, bu durumun tüm bu zorlu süreçlerin bir sonucu olup olmadığını merak ediyorum. STGM’nin 20 yılını düşündüğümüzde, örgütlenme sayısındaki düşüşün karar alma süreçleri üzerinde nicel etkileri olabilir mi? Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında konu şu, Türkiye'de sivil toplum kuruluşlarının sayısında ciddi artış gözlemlenen dönemler, özgürlükçü ortamlarla örtüşmektedir. Yani, eleştiri ortamından bahsederken tam olarak bunu kastediyoruz. AV reform süreci sonrasında dernekler kanununda değişiklik yapıldı ve hükümet komiseri, polis denetimi gibi unsurlar kalkarak yeni bir yapıya geçildi. Biliyoruz ki Türkiye potansiyeli yüksek ve oldukça dinamik bir ülke.

Gençleri ve sivil toplumu önemsememizin sebebi de bu, Nurcan. Ülkeyi koyduğumuz ideal nokta ile içinde bulunduğumuz gerçeklik arasında fark var ve bu farkı kapatmak istiyoruz. Elbette mevzuat daralınca, dernek kurma aşamasından günlük faaliyetlere, idari işlere kadar her alanda sorunlar yaşanıyor ve kaynak bulmak da zorlaşıyor. Bu durumda, birinin "Artık sivil toplum derneği kurmak istemiyorum" demesi gayet doğal.

Türkiye'de üç temel sorun var. Dernekler Kanunu'nun yarısı ceza maddesi ile dolu ve hala hapis cezası öngörüyor. Bazı alanlarda aşırı bir düzenleme söz konusu. Bir dernek olarak atacağınız her adım önceden belirlenmiş durumda. Neyi biliyorsunuz, ne yapacaksınız, defterinizi nasıl tutacaksınız gibi detaylarla uğraşmak zorunda kalıyorsunuz. Öz düzenleme ve özel alan gibi kavramlar göz ardı ediliyor. Bazı dernekler izinsiz yardım toplayabiliyorken, siz izin almak zorundasınız. Kamu yararı statüsü ve vergi muafiyeti gibi ayrıcalıklar da bu statüye sahip derneklerle sınırlı. Bağış toplamak gibi temel bir haktan faydalanmak için bile izin almanız gerekiyor. Bu durum, konuya yabancılaşmanıza ve "Neden izin almam gerekiyor?" gibi sorular sormanıza yol açıyor.

Sivil toplum kuruluşlarının önündeki engellerin kaldırılması ve özgürlükçü bir ortamın sağlanması, Türkiye'nin potansiyelini tam anlamıyla gerçekleştirmesi için hayati önem taşımaktadır.

Sivil Toplum Örgütlenme Özgürlüğü2

Denetim meselesi de bir yandan da psikolojik bir savaşa mı dönüşmüş durumda?

Bir de denetim işi şey haline geldi. Yani hoşuna gitmeyen derneği çok fazla denetliyor. Ve dernek bir yerden sonra yılıyor. Birileri geliyor, bakıyor, kontrol ediyor ve günün sonunda ceza kesiyor.

Bazı örgütler için evet öyle oldu. Mesela bir Tarlabaşı Toplum Merkezi'nin başına gelenleri biliyoruz. Yani bir denetim şikayet süreciyle başladı. LGBT örgütleri mesela. Artık böyle şey yine konferansta da konuşuldu. Tersten ve bir yandan gülerek de söylüyorum.  Yani bir hazırlık hali, böyle bir kapasite oldu. İşte ne bileyim "denetim simülasyonu" yapmaya başladılar.

 Biz hak temelli örgütlere bakmaya çalıştık. İşte metodoloji geliştirdik. Hak temelli örgütlerde, denetimde oranlar ikiye katladı. Denetim, ceza, işte ne bileyim kamuoyunda hakkında haber çıkması, tehdit, saldırı... Bu işte seçmece yaklaşımı bu denetim meselesini çok açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Bu durum ilginç bir eğilim olarak en azından son 1-2 seneye damga vurdu. Devam eder mi etmez mi? Biz takip etmeye devam edeceğiz tabi.


Bir yandan da raporun sonunda görüyoruz ki esasta tam da bu hak temelli kuruluşlar hala sivil toplum için bir umut kaynağı olduğunu da gösteriyor. Tüm bu süreci değerlendirdiğinizde sivil toplum, özellikle hak temelli kuruluşlar çok zorlu bir süreçten geçiyor ama ülke için umut kaynağı olduğu da açık ortada. Nasıl bir yol izleyecekler? Nasıl aslında bu cendereden çıkmak için bir çaba sarf edecekler?

Tabii ki beni en çok umutlandıran konu bu oldu. Yaptığımız tespite göre, sivil toplum kuruluşları kapasitelerini %10-15 oranında artırmış durumdalar. Bu artış önemli olmasa da, genel bir eğilimi göstermesi açısından değerlidir.

Bu kuruluşlar, hak temelli bir yaklaşım izleyerek insan hakları temelinde savunuculuk yapıyorlar. Çevre, hayvan hakları, kadın, LGBT+ gibi birçok alanda faaliyet gösteriyorlar. Bu sayede hayata bakış açıları da değişiyor.

Kuruluşlar katılıma ve devleti etkilemeye daha fazla önem veriyorlar. Çalışan sayıları, yürüttükleri faaliyetler ve uluslararası ağlara katılımları gibi kapasite göstergelerinde de artış gözlemleniyor. Bu artış, uluslararası ağlara daha fazla dahil olmalarını, vatandaşla daha fazla AB projesi yürütmelerini ve gelirlerini çeşitlendirmelerini sağlıyor.

Hak temelli yaklaşımı yaşatma çabası, sivil toplum alanındaki en dinamik ve canlı unsuru oluşturuyor. Bu alan, bizi bu zor durumdan kurtaracak en önemli etkenlerden biri olabilir.

Elbette bu zorluğun üstesinden gelmek için tek başına bu alan yeterli olmayacak. Bu bir demokrasi mücadelesi, bir hayat mücadelesi ve ülkenin geleceği için bir uğraşma mücadelesi. Bu mücadeleyi yaygınlaştırarak, örgütlenerek, daha fazla çalışarak ve daha fazla kaynak yaratarak aşmaya çalışacağız. Açıkçası aklıma mucizevi bir çözüm gelmiyor...

Yakın zamanda sivil toplum ve algı üzerine bir çalışmanız olduğunu biliyorum. Bu çalışmayı biraz açabilir misiniz?

Bir ay içinde yayınlayacağız ama biraz ön bilgi vermek istedim.

Sivil toplumda çalışmaya başladıktan sonra bu konu üzerinde daha fazla düşünmeye başladım. İki farklı algı olduğunu gözlemledim:

Birinci algı, sivil toplum her türlü derdimizi çözebilecek muhteşem bir araçtır. Depremde gördüğümüz gibi, sivil toplum kuruluşları harika işler yaptı. Türkiye bir gün AB üyesi olacaksa, güçlü bir sivil topluma sahip olması gerekir. Devleti denetlemek, doğru kararlar almasını sağlamak ve demokrasiyi geliştirmek için sivil toplum şarttır. Bir yönetişim yaklaşımı olarak da düşünülebilir. Bu bakış açısında hak savunuculuğu da önemli bir rol oynar.

İkinci algı, Tam tersi bir bakış açısı da mevcut. Bu görüşe göre, herkes kendi çıkarının peşinde ve sivil toplum da bundan farklı değil. Sivil toplum kuruluşlarının AB'den fon alması, siyasi amaçlar için sivil toplumun kullanılması gibi eleştiriler de bu bakış açısına dayanıyor. Bu algıda sivil toplum kuruluşları hükümete yakın ve değersiz olarak görülüyor.

Bu iki zıt algı kafamızı karıştırıyor. Hangisi doğru?

Türkiye'de vatandaşların %80'inin sivil toplum kuruluşlarıyla hiçbir ilişkisi yok.

Yani, "Bilmiyorum, konuyu bilmiyorum, üye değilim, gönüllü değilim, bağış yapmadım" gibi cevaplar veriyorlar. Sorduğumuzda üye olanların oranı ise sadece %4 civarında. Türkiye'nin temsili bir örnekleme sahip olduğunu biliyoruz, o yüzden bu oranı biraz daha yüksek tutalım. Gönüllüleri de dahil edersek oran %8'e çıkıyor. En fazla ilişkiye geçilen kuruluş ise SMS üzerinden bağış yapılan Kızılay. Ahbap ise son depremden sonra öne çıktı ve seviliyor.

 Üye olmamalarının, gönüllü olmamalarının veya hiç ilişkiye geçmemelerinin nedenini sorduğumuzda...

En fazla duyulan yanıtlar:

  • %50: Zamanım yok.
  • %20: Param yok, uğraşamam.
  • %12,5: Korkuyorum, endişeliyim.

Bu sonuncu cevap, sivil toplum için en korkutucu ve tehlikeli olanı. Gençlerde daha da yükseliyor. Ama bu kötü tarafı, iyi tarafını da söyleyeyim, gençler sivil toplumla daha çok tanışıyor, daha iyi biliyor.

Cidden demokratik, rahat, sivi toplumun örgütlenebildiği, kaynak yaratabildiği, bağış toplayabildiği, bir derdi çözmek için çalışabildiği ve bunun suçlaştırılmadığı, mevzuat derdiyle uğraşmadığı bir yerde, veya bir sivi toplum üyesi olmak, sivi toplum örgütlenme meselesinin olumlandığı bir yerde birden böyle o baraj yıkılacak ve artacakmış gibi düşünüyorum ben. Ama mevcut şartlar altında, yani bu durumda Türkiye'deki örgüt sayıları, dernek sayıları örgütlenme düzeyleri yükselmez. Sabit gider.

Türkiye'de sivil topluma elverişli ortam oluşturma meselesinin çözülmesi gerekiyor ve bir de hem sivil toplumun bir şekilde kamu politikalarını, siyaseti, devleti, bürokrasiyi etkileyerek dönüştürmeye zorlaması gerekiyor. Hak temeli yaklaşımın da bu noktada herhalde önemi olacak.


Rapordan da son bir güncel soruyla bağlamak istiyorum. Şimdi belediyelerin de strateji planlarını yaptıkları bir dönemden geçiyoruz. Aslında sivil toplumun da en çok rol oynayabileceği zamanlar bunlar. Gözlemleriniz neler? Yerel yönetimlerde sivil toplumun karar mekanizmalarındaki durumu ne? Özellikle 2024 seçimlerinin ardındaki değişen tabloda.

Türkiye'de işte devletin kararları vatandaşa sorularak alınır mı diye sorduk. %70 falan evet evet alınır dedi. Bizde tabi seçimde katılım işi çok önemli. Katılım biraz seçime odaklıdır ama seçim olmayan ortamlarda  olması gereken bir şey. Demokrasi dediğimiz şey öyle inşa ediliyor. Şeyi sorduk, katıldınız mı diye sorduk. Yo, katılmadım gibi bir sonuç çıktı ama yani yüzde yirmilerde falan birden böyle tepetaklak gitti. Katılmadı ama algısı yüksek.

İkincisi, kimle ilişkiye geçiyorsunuz diye soruyoruz. Orada işte sorunun cevabı yerel yönetimler çıkıyor, belediyeler çıkıyor. Cidden en fazla ilişkiye geçilen, bu arada dünyada da böyle yani işin doğası bu. 

O yüzden belediyeyle iletişime geçmek ve katılım işi öne çıkıyor bizim toplum açısından. Tabii Türkiye'de değişen ve hızla dönüşen bir alan. Çok iyi örnekler görmeye başladık. İşte kent konseylerine etkin olduğu şehirlerimiz var.

O yüzden belediyeler bu işin en hızlı dönüşebileceği alan. O yüzden şimdi daha böyle olumlu bir döneme giriyoruz. Ama şey çok önemli, katılım işi zor bir iş çünkü iyi yapılandırılması gerekiyor. İyi yapılandırmazsanız, işte görüş aldığınız, sonuç aldığınız görüşün nasıl kullanıldığını, sonucunu sivil toplum örgütüne, vatandaşa anlatamazsanız vatandaş bir daha katılmaz. O yüzden doğru yapılandırmak ve hem belediye tarafında hem de sivil toplum tarafında o hem niyeti hem de kapasiteyi oluşturmak gerekiyor. İşte iyi örnekleri görüyoruz. Şimdiden böyle sivil toplumu dahil etme çabası içerisine giren belediyeler var. Sivil toplum örgütleri açısından belediye politikalarına katılıp, karar alma süreçlerine katılmak için iyi bir nüfuz alanı.

 Değerli fikirlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ediyorum.

Çok teşekkürler bu fırsatı verdiğiniz için.


Sivil Toplum Saati serimiz önümüzdeki haftalarda da devam edecek. Bizleri takip edebilirsiniz.