Uluslararası İletişim Günleri Sempozyumu Düzenleme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Süleyman İrvan’ın moderatörlüğünü üstlendiği oturumda Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Suncem Koçer, Bahçeşehir Üniversitesi Öğr. Üyesi Doç. Dr. Can Ertuna, NewsLabTurkey Kurucusu Dr. Sarphan Uzunoğlu, gazeteci Füsun Nebil, Emre Kızılkaya, yazar Ümit Alan, Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Bahar Muratoğlu Pehlivan ve Gazetecilik Bölüm Başkanı Doç. Dr. Gül Esra Atalay gazeteciliğin sorunları ve geleceği üzerine fikirlerini paylaştılar. Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nazife Güngör de oturumun kapanışında bir değerlendirme yaptı.
“GAZETECİLİKTE DİJİTALLEŞME ÜLKELERE GÖRE DEĞİŞKENLİK GÖSTERİYOR”
Gazetecilikteki dijitalleşmenin ülkeden ülkeye değişiklik gösterdiğini belirten Emre Kızılkaya, “Gazetecilikte dijitalleşme deyince ülkelere göre çok değişiyor. Aslında gazetecilikten ne anladığımıza göre çok değişiyor. Medyayı mı kastediyoruz yoksa haber medyası özelinde mi tartışıyoruz? Eğer öyleyse tamamen dağıtıma dayalı kuruluşlar var. Bunlar özgün bir gazetecilik üretmiyorlar. Dolayısıyla bunlara göre, medya tiplerine göre, ülkelere göre çok değişkenlik gösterebiliyor” ifadelerini kullandı.
Dünya ve Türkiye’de gazeteciliğin dijitalleşme sürecine de değinen Kızılkaya, şunları söyledi:
“Medyanın dijitalleşmesi aslında 90’lara dayanıyor diyebiliriz. Hatta daha da öncesine dayanıyor, televizyonun kâğıt gazeteleri dönüştürdüğü bir süreç vardı. O da dijitalleşmenin bir parçasıydı bence. 60’lara 70’lere kadar bile götürebilir ama 90’larda internet tabii ki önemli bir gelişme. Daha doğrusu internet değil WWW dediğimiz protokolünün yaygınlaşması, gazetelerin interneti çevrim içi ortama taşınması o dönemde. Gazetelerin internette çok güçlü olmasına gelince, Türkiye'de 1995-1996’da kurulmaya başlıyor haber siteleri. Gazetelerin ve insanların aklına ilk Hürriyet, Milliyet vs. geldiği için de internete girdiklerinde doğrudan bu ismi yazıp arayışlarına girebiliyorlar. Bugün bildiğimiz anlamda Google'ın olmadığı bir dönemde, portalların olduğu bir dönem. Aslında o dönemden beri de gazeteler Türkiye de dahil olmak üzere bu dijitalleşmeden nasıl daha fazla fayda sağlayabileceklerini düşünmeye başladılar. Öncelikle geliri artırma yönünde düşündüler. 90’lardaki Milliyet'e, Hürriyet’e bakarsak, madem insanların aklına biz geliyoruz o zaman kâğıt gazetede uyguladığımız yöntemin aynısını dijitale taşıyarak daha fazla gelir elde ederiz dediler. Haber ve reklam satış birimlerimiz ayrı ayrı olsun, aynı kağıt gazete yüzeyinde sattıkları gibi dijital yüzeyde de reklam bölümleri olsun ve oralara reklam satışı yapsınlar. İlk başta da bu gayet iyi çalışıyordu. Ne zaman bozuldu derseniz, 2002-2003 yıllarında bozuldu. hatta benim gazeteye girdiğim ilk yıl, yayın yönetmenimiz, ‘Sizi de emekli edelim sonra kağıt gazete diye bir şey zaten kalmayacak’ diyordu. Tabii o zaman çok pozitif bakılıyordu. Çünkü giderek büyüyordu. Dijitaldeki gelirler bozulduğunda yani sosyal medya platformları doğduğunda ve geliştiğinde kağıt gazetecilik geriye düştü. 2010’lara doğru olan süreç. Myspace vs. vardı ama bunlar çok fazla etki etmemişti kağıt gazeteciliğe. Ama özellikle Facebook'un kurulması, 2006 2007 dönemi. Tam aynı dönemde Google'ın çok hızlı bir şekilde yaygınlaşması, internet popülasyonunun 90’larda Türkiye’de yüzde 20’nin altındayken 2008-2009’a geldiğimizde yüzde 60’lara doğru gitmesi hep bu durumu etkiledi. Bugün yüzde 90 civarında.”
“TÜRKİYE’DE GAZETECİLER İLK ZAMANLARINDA DİJİTALİ ÖNEMSEMEDİLER”
Türkiye’de gazetecilerin dijitalleşme sürecinin başlangıcında yavaş davrandıklarını söyleyen Füsun Nebil ise şu değerlendirmeyi yaptı:
“Katıldığım bir panelde tüm gazeteciler bana dijital gazeteciliğin güvenilmez, gelir geçer ve önemsiz olduğunu söylüyordu. Asıl yayınların basılı yayınlar olduğunu söylemişlerdi. Aslında bu bize özel bir durum değil. Dünyada da bu görüşü paylaşanlar vardı. Çünkü tüm dünyadaki basılı gazeteler uzun bir süre iteklediler dijital mecraları. Evet, web sitesi açtılar ancak bu sitenin karakterini dijitale uygulamak yerine basılı gazeteyi oraya koymayı planladılar. Reklam mantığı da aynı şekilde çalıştı. Dijital reklamcılığın gelişmeyeceğini düşünüyorlardı. Dijital gazetecilik konusunda gazeteciler hem dünyada hem Türkiye’de geride kaldılar” dedi.
Oturumun devamında yapay zekâ ve gazetecilik hakkında söz alan Nebil, “Boeing’in düşen 2 uçağının nedeni çok basit bir algoritma. Motorların tasarımını değiştirmişler, bu nedenle ağırlık merkezi değişmiş ve uçak burnunu havaya kaldırmaya başlamış. Bunu engellemek için bir yazılım koymuşlar ve düşen 2 uçağa baktığımızda burnunu birdenbire yere indiriyor. Bu aslında algoritmanın görevi ve görevini yapmaya çalışıyor. Yapay zekâ bir insan değil, yardımcı olarak iyi bir şey ama insanın yaratıcılığı başka bir şey. Mesleğini iyi yapan kimsenin yerine geçemez. Yaptığı şey şu, var olanı kopyalıyor. Büyük bir tehdit gazetecilik açısından. Gerçekten bizi kötü bir dönem bekliyor. Bunlar kuralsız gelişiyor, denetleyen yok” ifadelerini kullandı.
ÜMİT ALAN: MEDYADA PLATFORM BAĞIMLILIĞI OLUŞTU
Platformların dijital alanı ve medyayı ele geçirdiğini söyleyen Ümit Alan, “Medyada bugün bir platforma bağımlılığı var. Buna medya da biraz gönüllü oldu. Çünkü trafikleri artıyordu. Google reklamlarına bağımlı oldular. Ancak platformların sosyal ağ olmaktan yayıncı olmaya gitme sürecinde keşfettikleri şeyi medya ve gazetecilik henüz keşfedemedi. Herkesin en çok ilgilendiği şeyi algoritma ile önlerine sunmak. Bu aşamadan sonra zaten platformlar yayıncı oldu. Platformların şu anda haksız rekabet yaratan tarafı da burada. Aynı zamanda hem yayıncılar ama yayıncıların sorumluluklarına sahip değiller ve yayıncılarla rekabet ediyorlar. Onların reklam pastasını alıp götürüyorlar. Çok daha iyi reklam gösteriyorlar. Çünkü bu geçişte medyanın bence atladığı taraflardan bir tanesi, medya eskisi gibi haberi, haber denilen malzemeyi herkes için yapılan bir şey olarak görmeye devam etti. Yani haberi yazarsınız onu üniversite mezunu da okur, ilkokul mezunu da okur, doktor da okur, mühendisi de okur, iş insanı da okur gibi bir anlayış vardı. Her medya kuruluşunun kendi üslubunu, habercilik dilini değiştirerek habercilik tarzını da değiştirerek kendi üslubunu araması gereken bir süreç olması gerekiyordu. Onu atladık, sonra haber siteleri diye bir şey çıktı. Hepsi aynı habercilik, hep aynı kişiye karşı habercilik. Halbuki bir reklam ajansında bir markayı aldığımız zaman o marka konumlandırılır yani ben bu ürünü, bu kulaklığı satacaksam kime satacağım bilirim. Haberciler işin bu kısmında biraz bence eski geleneklerine bağlı kalmak istediler” şeklinde konuştu.
“YAPAY ZEKÂ OKURYAZARLIĞI KONUSUNDA ADIM ATILMALI”
Yapay zekâ ve gazetecilik konusunda değerlendirmelerde bulunan Doç. Dr. Suncem Koçer, “Yapay zekâ meselesinde ben de bir hoca olarak sorumluluk hissediyorum. Yani sınıfımda ya da yaptığım çalışmalarda birlikte çalıştığım öğrencilere yapay zekâ okuryazarlığıyla ilgili bir aktarım yapmak zorunluluğu hissediyorum açıkçası. Öğrencilere artık ödev vermekten vazgeçen akademisyenler var. Çünkü yapay zekâ üzerinden ödevlerini yapıyorlar. Yani ne yapacağız peki bu durumda? Benim şu ana kadar zaten verdiğim ödev biçimi yapay zekâ ile yapılamayacak bir süreç odaklı ödev yani. Zaten pedagojik anlayışımız bunun üstüne kurulu. O yüzden yapay zekâ çok tehdit etmiyor. Ama yine de öğrencilerin yapay zekâ ile kurdukları ilişkiyi daha etik ve daha bilinçli bir noktadan yeşertmek adına bir sorumluluk hissediyorum açıkçası. Hatta bu dönem Koç Üniversitesi'nde medya derslerine yapay zekâ okuryazarlığını entegre etmeyle ilgili bir çalışmaya başlıyorum ben de. En azından kendi gücümün olduğu alanda bu entegrasyonu, bununla ilgili konuşmayı, tartışmayı, soru sordurmayı görev gibi addediyorum. O yüzden iyi kötünün ötesinde yapay zekâ hayatımızda ve bizim bununla ilgili donanmamız gerekiyor. Öğrencilerimizi de donatmamız gerekiyor diye düşünüyorum" dedi.
Regülasyonla ilgili de değerlendirmelerde bulunan Koçer, “Regülasyonla ilgili mesele de elverişli iş birlikleri falan bir yandan devletler, platformlar vs. açısından oluyor ve en son kertede yine kullanıcılar, kamu bu işten zararlı çıkabiliyor. Biraz bizlerin bu özdenetim kavramıyla, self-regülasyon kavramıyla oturup dirsek temaslarımızı da çoğaltıp konuşmamız iyi olur diye düşünüyorum. Yani bizim belki bir şekilde bir gündem oluşturmamız gerekiyor. Burada da her zaman için yola çıkış noktamızın kullanıcıların kendisi olması gerektiğini düşünüyorum. Yani gazetecilerde, akademisyenlerde birazcık... Gündelik yaşamdan, etnografik anlamda medyanın nasıl kullanıldığına dair, hayatta nasıl bir yer doldurduğu, o gündelik hayatın içinde ne olduğu, neye dönüştüğü, nasıl kullanıldığına dair biraz böyle uzak kaldığımız kanaatindeyim” şeklinde konuştu.
“PLATFORM GAZETECİLERİ ASLINDA PATRONUN PLATFORM OLDUĞUNDAN HABERSİZ GÖRÜNÜYOR”
Medyanın platformlar tarafından ele geçirilmesi hakkında konuşan Doç. Dr. Can Ertuna, “Bizim akademik literatürde medyanın ele geçirilmesi için kullandığımız bir tanım vardır. Teknolojik altyapının tamamen GAFAM olarak da anılan Google, Amazon, Facebook, Alphabet ve Meta gibi dünyanın en değerli şirketleri listesinin en tepesinde yıllardır olan bu büyük teknoloji şirketleri ve çoğunun da platform olduğunu göz önüne aldığımızda, bütün teknolojik altyapının bunlar tarafından sağlandığını düşününce aslında patronsuz gazetecilik yapıyorum diyenler üzerinde bir araştırma yapmamız gerektiğini düşündük. Son dönemde Youtuber gazetecilerle kapsamlı bir araştırmaya giriştik. Birçoğu aslında patronun Youtube olduğundan habersiz gibi gözüküyor ve aslında teknolojik bağımlılıklarından habersizler. Genellikle bu biraz daha gazeteciliğe gelir sağlama, gelir sorunu krizine çözüm olmak. Bu büyük platformları, sıra dışı kârlar elde eden platformları vergilendirip biraz dizginleyerek en azından bağımsız gazeteciliğe, nitelikli gazeteciliğe kaynak aktarması üzerinden tartışmalar var. Bu da açıkçası gazeteciliğin bağımsızlığını ve özerkliğini yitirmesine yol açıyor. Bu teknolojik bağımlılık çünkü işte önemli bir dönemeçteyiz” dedi. Regülasyon konusuna da değinen Ertuna, “Özellikle Türkiye gibi ülkelerde düzenlemelerin yurttaşların faydasına ve basın özgürlüğünün lehine olmadığını da biliyoruz ancak mevcut denklemde bırakınız yapsınlar yaklaşımıyla birlikte gazeteciliğin özelliklerinin ve bağımsızlığının bu büyük teknoloji şirketlerinin tekno kapitalizmi ile biraz daha risk ve tehdit altına girdiğini görmekteyiz” ifadelerini kullandı.
“PLATFORMLAR KENDİ ÇIKARLARINI ARTTIRMA TEMELİNDE İLERLEDİ”
Doç. Dr. Gül Esra Atalay, oturumda yaptığı konuşmada şunları söyledi:
"Platformların yarattığı bu sömürüde gazetecilerin yaptıkları ve yapacakları şeylerin tek başına çözüm olmaktan çok uzak bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu devasa yapılar Facebook vs. bunlar monopol yapılar oluşturuyorlar ve hem kullanıcıları hem de haber kuruluşlarını sıkıştırıyorlar ve tamamen kâr odaklı gittikleri için kendi çıkarları neyse ona göre ilerliyorlar. Belirli bir kullanıcı sayısına kadar iyi hizmet verirken, hedeflenen sayıyı geçtiklerinde artık platformları terk etmek zorlaşıyor. Birçok haber kuruluşu videoya yatırım yaptı, içerik oluşturdu. Fakat bir süre sonra öğrendik ki Facebook bu videoların görüntülenme sürelerini yüzde 900’e varacak kadar abartı şekilde açıklıyormuş. Aslında o kadar izlenmiyormuş videolar. Gazetecilik sürekli olarak zarar görüyor ve düzenlenmesi, bir şekilde şeffaflığa zorlanması gerekiyor. Artık biz bir devden bahsediyoruz ve bu devin bir şekilde durdurulması gerekiyor.”
“GAZETELER KULLANICI İHTİYACINA YÖNELİK ORTAYA ÇIKMIYOR”
“Gazeteler kullanıcı ihtiyacına yönelik ortaya çıkmıyor” Dr. Sarphan Uzunoğlu şu değerlendirmeyi yaptı:
“Bizim hedef kitlemiz medya profesyonelleri, medya akademisyenleri ya da yayın yapmak isteyen herhangi biri olabiliyor. Sivil toplum doğumlu projeler var. Bunlar zaten proje dünyasının yapısı gereği hedef kitlesiyle birlikte doğmak ve hedef kitlenin ihtiyaçları üzerinden doğmak zorunda olan projeler. Ama burada gazeteler söz konusu olduğunda ortada bir hikâye de oluyor. Kopma noktası da şu, hiçbir gazete ihtiyaca binaen ortaya çıkmıyor. Daha doğrusu kullanıcı ihtiyacına karşılık olarak ortaya çıkmıyor. Meselâ belki 90’lardaki Milliyet, Hürriyet için bu gazete bu kişi için çıkıyor diyebilirsiniz ya da hâlâ Yeni Şafak gibi gazeteler için ama bugün bir karşılığı, siyasal bir karşılığı yok. Gazete hedef kitle odaklı olmalı. Z kuşağı için bir şey var mı? Aslında var büyük ihtimalle biz çok yakından bakmıyoruz. İşte 20’lik dergi diye bir şey var onların kendi öz kaynakları ile çıkardığı markalardan sponsorluk alan hatta bizim kuluçka programına geldiler. Şimdi burada şu söz konusu hedef kitle temelinde gazetecilik yapabilecek bir alım gücüne sahip hedef kitle gerekiyor ve aslında bu Z kuşağı dediğimiz kuşak yakın zamanda üniversiteden mezun olup buzdolabı almak zorunda kalacak. Eve çıkmak isteyecek kuşak olduğunda en hedeflenmesi gereken kuşak olduğunu görüyoruz. Şimdi büyük markalar bunu görüyor işte. Ama hiçbir gazete bunu göremiyor. Şimdi bugün Türkiye'de işte similar web ya da benzeri veri çekme, gazetelerin hedef kitlelerine ya da takipçi profillerine baktığımızda yakın zamanda en çok parayı harcayacak kuşağın neredeyse hiçbirinde olmadığını görüyoruz. Bu kuşak hiçbirinin müşterisi değil yani şimdi netice itibariyle işe girecekler ve aslında çok konformist bir kuşak Z kuşağı. Sürekli olarak yeni şeyler almak istiyorlar. Iphone'un yeni modelini sürekli almak istiyorlar. Bunları doğrudan hedefleyecek bir ürün olması gerekiyor. Ürün ve hedef kitle uyumu olmadığından hâlâ 2011 yılında yazılan haberleri ürün olarak koydular. Gerçek bir arz talep ilişkisi oluşturacak bir ürün ortaya koymak ne yazık ki henüz gerçekleşmedi.”
“ARAMA MOTORLARININ HİYERARŞİK SİSTEMİ GAZETECİLİĞE ZARAR VERİYOR”
Doç. Dr. Bahar Muratoğlu Pehlivan, büyük teknoloji şirketlerinin gazetecilik üzerindeki etkisini değerlendirirken şunları söyledi:
"Google’la müzakere edecek şirket sayısı çok az. Çünkü Google bunların çoğundan büyük ve o müzakere gücüne sahip olmadığınız zaman otomatik olarak Google’ın şartlarına uymanız gerekiyor. İzleyici kitlesi sınırlı, herkes her şeyi okuyamaz. O yüzden bugün ortaya çıkan şey, 'Googlearşi' olarak adlandırdığımız sistem. En çok tık alan sitelerin arama motorlarında yukarlarda görünmeleri. Bu arama motorlarının kurduğu hiyerarşik sistem. Bu sebeple popüler olanın daha çok popüler olmasını sağlıyor. Dolayasıyla makine eşik bekçiliği gibi bir şeyden bahsetmeye başlıyoruz. İnsanlar bir haber sitesinin ana sayfasını gidip açmıyorlar. Sosyal medyadan tıklayıp gidiliyor artık. Görüyoruz ki bilgi aracıları reklam gelirlerinin büyük bir kısmını almaya başladı.”
“ASIL PARADOKS, TEKNOLOJİK İLERLEME VE GÜÇ İLİŞKİLERİ ARASINDA ORTAYA ÇIKIYOR”
Yuvarlak Masa Oturumunu sonunda bir değerlendirme yapan Üsküdar Üniversitesi Rektörü ve İletişim Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Nazife Güngör, "Tarihin her döneminde teknolojik gelişmeler ile güç ilişkilerinin bağlantılı olduğunu söyleyerek sözlerini şöyle sürdürdü:
"Beğensek de beğenmesek de sonuçta teknolojik gelişmeler devam ediyor. İnsanlığın her bir dönemi kendine özgü ve o dönemin teknolojisiyle yoğruldu. Her defasında bütün teknolojik yeniliklerdeki devrim niteliğinde 2. veya 3. dönemi yaşıyoruz. Kaygılar, umutlar, olumlu ve olumsuz bakışlar hep birlikte ele alınıp tartışılır. Bu da çok normal çünkü toplum yaşamına yeni bir aygıt dahil oluyor. Elbette ki bunun bir takım dönüştürücü etkileri oluyor. Eğer bunları insanlık yararına kullanırsak olumlu bir dönüşüm oluyor. Bu da insanlığın geleceğine yararlı etki yapar. Ama insanlık onu eğer yararlı bir şekilde planlamazsa birtakım olumsuzlukları da ortaya çıkacaktır. İnsanı burada aktör olarak görmek gerekiyor. Aktörler ve aygıtlar. Bir de tabii ki bu ikisinin de dışında olan kitleler var. Onlar da aygıtların kullanım biçimini yönlendirilenler. Aslında kitleler etkileniyor. Dolayısıyla burada asıl iş aktörlere düşüyor. İnsan, aygıtlara insanlık yararına yön verirse, problem olmuyor. Bir yandan da aktör grubunu oluşturanları iktidar ile tanımlamak lazım. İktidar ittifakları var. Bunlar bir şekilde güç alanlarını devam ettirmek, kendi güçlerini sürdürmek için aygıtları toplumların yararına olmaktan önce kendi yararları için bir işleyişe sürüklüyorlar. Asıl paradoks sanırım orada.”