“Gelincik vurmak tavşan vurmaya benzemez. Tavşan hep kaçacağını sanır. Döner, dolaşır aynı yere gelir. Gelincik öyle değildir, zekidir, atiktir, ne yapacağı belli olmaz.”
Karadayı karakteri “Gelincik” filminin daha başlarında söylüyor bu sözleri. Bizim buralarda gelincik olur mu? Olsa yaşar mı, muamma. Memleket dönüp dolaşıp aynı yere geliyor, orası kesin bilgi. Orçun Benli’nin yönettiği “Gelincik” 7 Mayıs’tan bu yana Netflix’te izlenebiliyor. Ahmet Mümtaz Taylan ile Kaan Yıldırım’ın baş rolünü oynadığı film, 1990’lardan bugünlere uzanan bir hikâye anlatıyor. Dönüp dolaşıp aynı yere gelen “tavşan”lara dair mi, “zeki, atik gelinciklere” dair mi izlediğinizde karar verirsiniz.
Eski bir özel harekat polisi olan Ayhan’ın geçmişiyle kaçma/yüzleşme için gittiği dağ evi, bugün yaşananlar ile 1990’ların fail-i meçhulleri arasında bir köprü kuruyor. Ayhan adı malum, çok önemli itiraflarda bulunan, ama görünmez bir perde ile iddialarının üzeri örtülen bir özel harekatçıyı hatırlatıyor. Dün ve bugün ile karşılaştırmalı olarak giden iç sorgulama, “av” ve “avcı” hikâyesinin yeniden kurgulanacağı bir sona ilerliyor.
UMUT ORTAKLIĞI, SUÇ ORTAKLIĞI...
Ev baskınları, yerinde infazlar, duvara kanla yazılmış yazılar, ormanda gömülü devrimciler ve daha çok fazla simgenin aydınlattığı yolda “özel harekat polisinin iç çatışması”na tanıklık ediyoruz. Çatışmayı kişisel acılar tetiklemiş olsa da, Ayhan adlı özel timci eskisi kadar emin değil “zeki ve atik” tarafta olduğundan... Bir yanda işkence yaparken diğer yanda arkadaşından borç isteyen polis, kan kusan silahı ateşlemeden hemen önce “gündelik” dertlerden söz eden işkenceci gibi figürlerin, yönetmenin “insani taraf”a vurgu yaptığı yanılsaması yaratma riski var. Ama bence bundan çok, tetikçinin ne denli “mekanik” olduğunu düşündüren simgeler bunlar.
Karşısında gördüğü “düşman”da ölürken dahi duvara kanıyla yazı yazacak duygular ve inanç öne çıkarken, tetikçiyi etrafındakilere bile güvenmeyen bir “korku” var ediyor. Korktuğu için mi öldürüyor, öldürdüğü için mi korkuyor, yoksa her ikisi birden mi? Gelincik’i ilk kim vurdu sahi?
Suç ortaklığı çok güçlü bir bağ gibi görünse de, aslında bir fiskeyle dağılacak kadar zayıftır. Kaç bölümdür “bir tripod, bir kamera”yı izliyoruz, kolayca dağılıyor işte. 1990’larda hangi isimleri duyduysak, yine o isimleri duyuyoruz ve yanlarına yenileri ekleniyor. Gelincik'in hikâyesinin de 90'larda başlayıp, bugünlere uzanması tesadüf olmasa gerek. "Dönmek" kavramıyla ifade edilemeyecek kesintisiz bir süreç çünkü yaşadığımız.
TETİKÇİNİN İÇSEL SORGULAMASI MI?
Sedat Peker’in iki sözünden birinde “kızlarım”, “çocuklarıma duyarlılığım biliniyor” dediğini fark etmişsinizdir. Kendisine edilen hakareti dahi, çocukları üzerinden gündeme getirmesi boşa değil. “Gelincik” de bu nüansı önceden görmüş. Sanıldığı ve bir klişe olarak beklendiği üzere, bir tetikçinin “içsel sorgulaması”, bilinç ile ya da “çok öldürdüm, biraz da üzüleyim” diye olmuyor, olamıyor. Doğrudan kendisine ya da yakınlarına yönelen tehdit daha belirleyici. “İhanet”, “haksızlığa uğrama hissi”, “satışa getirilme” ile “değişilebilen bir dünya” orası. “Bir kitap okudum hayatım değişti”lerin evreni değil. Orçun Benli, “polis özeleştiri yapmıyor” ya da “cinayetler aklanmış” minvalinde eleştiriler alma pahasına daha gerçekçi bir bakış açısı koymuş ortaya. Bir işkencecinin, bir tetikçinin “kendini sorgulama süreci” nasıl başlar?
Filmin kritik simgelerden biri yazının başında aktardığım “Gelincik” vurgusu ise, diğeri de Pers Kralı’nın anektodu. Hikâyedeki kritik rolünü filmin sonunda fark edebileceğiniz bir genç kadın anlatıyor bu anektodu. Perslerin efsanevi Tanrı Kralı Xerxes, Yunan kıyılarındaki bozgun sonrası kaçarken yükünü hafifletmek için askerlerine emir verir ve denize atlamalarını ister. Kral korkusuyla bütün askerler topluca denize atlar ve kral gemide tek başına kalır. Askerler mi korkaktır, Kral Xerxes mi korkaktır bu hikâyede? Hangisi daha güçlüdür? Dahası, “av” ve “avcı”nın sıklıkla ve kolayca yer değiştirdiği bir ölüm kalım kavgasında insan safını nasıl bulur?
TAVŞAN MISIN, GELİNCİK Mİ?
Orçun Benli’nin 1990’lara dair pek çok an, simge ve simgeleşmiş kişiyi ustaca yerleştirdiği “Gelincik”, sert ve politik bir film, ama “propaganda” özelliği pek yok. Film boyunca ense kökünüzde serin bir rüzgâr hissediyor, sürekli arkayı kollama ihtiyacı duyuyorsunuz. Filmin bütününe güvensiz, karanlık ve gerilimli bir atmosfer hakim. Yönetmen, “hatırlanması gerektiğini düşündüğü insanlar için güçlü bir saygı duruşu” sunarken, bunu bir “kahramanlık destanı” anlatarak yapmıyor. Odağımızda bir antikahraman var, kendi kendine giriştiği içsel çatışmalar da fazlasıyla “kişisel”. Ama “kıymetsiz” değil.
25 yılda Türkiye dönüp dolaşıp aynı noktaya geldiyse, aynı isimleri aynı biçimde konuşur haldeysek; Gelincik’in mesajında haklı ve güçlü bir yan var demektir. Filmdeki Ayhan gibi “tetikçi” olmaktan vazgeçebilmek büyük adım. Bunu “bildiğin yolla” yapmak da öyle. Belki, “gerçek dünya”daki Ayhan gibi “itiraf” edebilmek daha büyük adım. Değişim için şart hatta. “Bir tripod, bir kamera” ile anlatmaya girişmek de hiç küçük iş değil. Ama "tetikçi"yi "insan" yapar mı? İşte oraya gelince işler değişir. Niyete de bakar, icraata da. Soru da, sorun da çok, "aklanma" kolay değil.
Tavşan mısın, gelincik mi? Mesele filmin sonunda seyircinin bu soruya vereceği yanıt. “Bizim buralarda pek gelincik olmaz” çünkü...