Arkeolog yazar Mesut Alp: “İnsan evlatları olarak, bin yıl süren Asur İmparatorluğu ortadan kayboldu, biz onu sadece bir paragrafta gördük. Biz yüz yıllık bir tarihin içinde yaşayan bireyler olarak, satır arası bile değiliz.”
Bilinmezliğin içine doğan insanın arayışı çok yönlü. Bu arayış bazen geleceği öngörmeye çalışarak, bazen şimdide kalarak, bazen de geçmişi kazarak devam ediyor. Biz de hayatı, geçmişi, şimdiyi, geleceği anlamak için Arkeolog, Yazar Mesut Alp ile konuştuk.
Röportaj: Kibar Özkan
Sizi tanıyabilir miyiz?
12 Eylül 1980 yılında Mardin Nusaybin’de doğdum.11 çocuklu bir ailenin ortanca çocuğuyum. İlk ve orta öğrenimimi orada tamamladıktan sonra Balıkesir Ayvalık’ta liseyi okuyum. Daha sonra Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümünü bitirdim. Kazandığım burslarla Amerika ve İngiltere’de eğitim aldım. Mardin Müzesi’nde 8 yıl aktif olarak çalıştım. 2017 yılında Fransa’da yaşamaya başladım. Evli ve iki çocuk babasıyım.
Arkeoloji ne demektir? Dünya üzerinde en çok hangi kazıda çalışmak isterdiniz?
Ben arkeolojiyi, insanların tekrara düşmemek adına, insanlığın geleceği ve yaşadığı anı daha iyi anlamak, yorumlayabilmek adına geçmişe dair yaptıkları dokunuşlar olarak görüyorum. Ama kelime anlamına bakarsanız, arkeos logos yani ilk varoluşu arama görevi olarak yorumlanır. Arkeoloji biliminin ortaya çıkmasını, insanlardaki belli anlam arayışlarını, kendi bulundukları dönemde, süreci daha iyi anlasınlar diye geçmişe dair bazı izler, anlamlar ve cevaplar arama girişimidir. Ben gerek öğrencilik hayatımda gerek profesyonel hayatımda birçok kazıda yer aldım. Her kazının kendi içinde farklı bir dinamiği var. Ama ben biraz daha eskiye dair, prehistorik tarzı kazı yapmak isterdim. Lafkoşa mağaralarında, Şanidar Mağarası’nda, son zamanlarda çok fazla zikredilen Karahantepe’de kazı yapmak isterdim.
Arkeolog olmak nasıl bir his bahseder misiniz?
Metaforik olarak, Nasrettin Hoca’nın çok güzel bir örneği vardır. Eşeğine ters biner. Bunu Anadolu insanına sorarsanız, herkes der ki Nasrettin Hoca ters bindi, komiklik yaptı. Genel kanı budur. Size anlatılan hikayelerin çok ötesinde bir mesaj verme kaygısı vardır. Bir de eşeği zaman olarak düşünürseniz, Nasrettin Hoca’yı da anı yaşayan birey olarak gördüğünüzde, Nasrettin Hoca eşeğe ters bindiğinde, zaman içerisinde ileriye doğru gider ama geriye bakarak ileriye doğru gider. Bu hepimiz için de geçerlidir. Sizin için de benim için de. 2023’ü nasıl görüyorsunuz diye söylediğimde düşünürsünüz. Hayal kurmaya çalışırsınız, kendinizi zorlarsınız. Olmadı, bir cevap vermeye çalışırsınız. Ama 1923 Türkiye’sini ve Anadolu’sunu on maddede bana anlatabilirsiniz. Üç aşağı beş yukarı yüz kişiden doksanı aynı cevabı verir. Ben arkeoloji okuyan bireylerin çok şanslı olduklarını düşünüyorum. Felsefe okuyanlar gibi. Geçmişi biraz daha tarafsız görebiliyoruz. Ancak, kafatasçı olmamanız gerekir, üstün bir kimliğe, insanın üstün bir varlık olduğuna inanmamalısınız. Çünkü varlığın kutsal olduğu bir dünyaya inanmanız gerekli.
Geçmişi bilmek, öğrenmek insana ne katar?
Geçmişi herkes anlamlandırmak ister. Gerek mitolojilere, masallara bakın ya da kralların pratiklerine, kutsal kitaplarda yazanlara bakın. Bunların hepsi o dönem insanlarının ortak, kollektif hafızasıdır. Kollektif hafıza bize ne söylüyor? Bizim, doğa ile madde ve ruh dünyalarıyla ilişkilerimizi, çelişkilerimizi ve problemlerimiz anlatıyor. İstediğiniz herhangi bir mitolojiye bakın, o dönemde bireyin, kişinin o anki dünyayla ilgili problemlerine dair bir şey anlatır. Mesela bundan bin yıl sonrasına gidelim ve 2020’li yıllara kadar kazı yaptığınızda, sanat eserlerinin birçoğunda ağırlıklı olarak plastiğin kullanıldığını görürsünüz. Bu da aslında günümüz dünyasında plastik ile ilgili teorik bilgilerimizde doğa katliamıyla ilgili ne kadar problemlerimiz olduğuna dair bir şeyler söylüyor. Geçmişe dair bilgiyi de okuduğumuzda o dönemin bireylerinin, toplumlarının problemleri, doğa ile ilişkilerini düşündüğümüzde kendimize dair bazı perspektifler oluşturabiliyoruz. Beş bin yıl önce bu problemi yaşayıp çözemediyse, o zaman bakış açımı değiştirebilir. Mesela ben mitoslara, masallara baktığım da erkek eğemem dilin ne kadar baskın olduğunu görmesem, günümüzde anlatılan masalları cinsiyet eşitliği için bir zemine çekmeye çalışmazdım. Onlara dair bir çalışma yaptığınızda diyorsunuz, bir erkeğin anlattığı tarih o kadar baskın o kadar gelişkin olmasına rağmen biz sağlıklı bir dünyada yasayamıyoruz. O zaman erkeğin yazdığı ve anlattığı tarihin bir önemi yok veya bir gereksinimi yok. Binlerce yıldır deniyoruz, yaşıyoruz, erkeğin kafasıyla düşünen toplum, erkeğin reaksiyon gösterdiği, erkeğin pratikleriyle yönetilen toplum olmuyor. O zaman cinsiyet eşitliği için daha iyi işler yapılabilir. Ben cinsiyet eşitliği üzerinden gittim, siz bunu devletlerin, imparatorlukların oluşmasında, birlikte yaşama kültürünün geliştiği toplumlara kadar her yere yayabilirsiniz. Bu manada geçmişi incelediğinizde, nasıl başladı, neden gelişti ve niçin bittiğine dair bazı cevaplar bulduğunuzda ve kendi yaşamınıza adapte ettiğinizde daha iyi sonuçlar çıkarırsınız.
Yaptığınız ya da gördüğünüz kazılardan hareketle, günümüz siyasi ortamını ve geleceği nasıl öngörüyorsunuz?
Etnik kimliklerin, dinin, dilin, ırkın vs. çok önemli olmadığı, bizler ve ötekilerin, bir grup ve klan aidiyetinin çok önem kazandığı, ulus devletlerin biteceği bir geleceğin bizi beklediğini düşünüyorum. Hayalci şeyler söylemiyorum. Tarihin zorunlulukları ve gerçeklikleri olarak söylüyorum. Ulus devlet dediğiniz, koca bir aldatmaca ve koca bir zorlama. Ulus devlet her zaman bir düşmanı var etme üzerine kendisini konumlandırır. Zaten günümüzdeki pratiklerin, ulus devletlerin çok önüne geçtiğini görebilirsiniz. Mesela bir Türk ile Çinlinin kıyaslandığını görmezsiniz. Pekin ve İstanbul kıyası, Hong Kong ve Pekin, Ankara kıyası görürüsünüz. Bir Diyarbakır, Halep, Antep, Paris, New York kıyası, Fransa ya da Amerika kıyası değildir. Bu nedenle ben, nüfusları neredeyse yüz milyonlara yaklaşabilecek büyük kent devletlerinin varlıklarını bekliyorum. Bu anlamda da tarihin koca bir esinde, iki yüz yıldır Avrupa’da yaratılmış olan ulus devlet akımından, modadan etkilenerek dünyayı kasıp kavuran ulus devletlerle anlam veremediğimiz yüzlerce savaş başlıyor, bitiyor. Osmanlıdan sonra Orta Doğu’daki bir sürü devlet ulus devlet olarak şekil aldı. Hepsi Arap ama hepsinin ismi var. Ulus yaratma kaygısı üzerinden ilerliyor süreç. Ama özgür olmayan halklar içinde ulus devletler temelinde bir eşitlik çizgisi olabilir. Kazılar günümüz politik süreci hakkında bana ne söylüyor? Aslında biz çok teknik bir iş yapıyoruz. Böyle kazdığımızda sosyolojik seçim sonuçlarını, partileri vs. bir şey bulmuyorsunuz. Çünkü benim çalıştığım dönemde tanrı-kral argümanının perdeden çalındığı bir dönem var. Nedir o? Kabile, klan içerisinde de bir birey çok güçlü olduğunda bir ihtilalle veya kutsal tanrıdan dolayı iktidarı ele geçirir. Aynı zamanda başrahip olur. Dini de kendi eline alır. Ondan sonra da hükmetmeye devam eder. Arkeolojik kazıları tevhidi dinlerle beraber incelediğimizde, her kendine peygamber diyen ya da peygamber olarak görülen bireylerin çoğunun bu çizgiden geldiğini görürsünüz. Yani kral olmayan ve lider olmayan göremezsiniz. Hepsinin bir ehemmiyeti vardır. Sıradan biri, peygamber oldu, öldü, gitti. Böyle bir hikâye karşınıza çıkmaz. Kimisine çoban dersiniz, marangoz ya da tüccar dersiniz ama günün son kertesinde peygamberin kendi toplumunun lideri olduğunu görürsünüz. Yine, bu zorba ve dikta rejimlerde yani monarşik rejimlerde mutlak krallar başrahiptir aynı zamanda halkla bir nebze de olsa iyi ilişkiler geliştirir. Ama ne zamanki bilgisi artan halk, kralın bilebileceğinden daha fazlasını kendinden talep eder o zaman hep aşağı indiğini görürsünüz. Arkeolojik yaptığım kazılarda demeyeyim, kazıların bu sorulara cevap olması için kırk, elli yıl bir kazının yapılıyor olması gerekir. Bir, on yılda bu verilerin değerlendiriliyor olması lazım. Ama genel itibariyle ben eşitlikçi, yatay zeminde buluşan toplumların daha uzun vadede, daha mutlu yaşadıklarını görüyorum. Sınıflar arası çelişkinin çok keskin olduğu, iç dış çelişkilerin yanı sıra alt üst çelişkilerin de olduğu devletlerde savaşın ve kanın hiç durmadığını ve bu durumun sonlarını getirdiğini görmek mümkün.
Mısır piramitlerinden, o yapılarda kullanılan teknolojiden bahseder misiniz?
Aslında mısır piramitleri fenomen olma özelliğini çoktan kaybetti. Bir bilinmezlik olarak karşımızda değil. Kollektif insan gücünün, bir tanrı-krala hizmet etme kaygısıyla, yüz binlerce, on binlerce kişinin tanrının kölesi olma sıfatıyla ona hizmet ederek inşa ettiği yapılar. Bunlar, çamurlu suda kaynayarak, şişirilmiş odunların üzerine konulan taşların nehirler üzerinden taşınmasıyla ve kum tepelerinin üzerinden taşınmasıyla yapılmış yapılar. Daha detaylı birçok video izlenebilir. Piramitlerin inşa edildiği dönemden yedi bin yıl önce insanlar zaten yerleşik hayata geçmeye başlamıştı. Gökyüzü ile ilgileniyorlardı. Ateş bulunalı dört yüz beş yüz bin yıl olmuştu. Konuşmaya başlayalı dört yüz bin yıl olmuştu. Mısır piramitleri o dönemde genel bir kralın ya da bir toplumun icadı değil. Dört yüz bin yıllık birikimin sonucudur. Böyle baktığımızda korkunç bir teknoloji işi olmadığı anlaşılabilir. Bir bütün olarak görülmesi lazım.
“Tarih tekerrürden ibarettir.” sözünü de açmak istiyorum. Ya da insanlık olarak her dönem aynı mıydık?
Tarih tekerrürden ibaret değil, gereksinimlerimiz tekerrürden ibaret. Yaşadığımız her şey o anda kalır ve biter. Üstüne toprağı serebilirsin. Ama önemli olan ondan ne aldığınız, oradan geriye size ne kaldığı. Bizim üç temel ihtiyacımız var. Beslenme, barınma, üreme. Bunlar hiç değişmez. Gözünüzü kapatın on dakika düşünün, yapıp ettiğimiz her şey bu üçünün altından birine düşer. Bunun dışında bir tane ihtiyaç vardır; İnanç. O da ölmeyi, öldüğümüzü öğrendiğimizde ortaya çıkan bir şey. Tahammül edebileceğimiz bir hayat yaşayabilmemiz için ortaya çıkan bir şey. Ölmeyi bilmek büyük bir lanettir. Öldüğünü bildiğini bilmek daha lanet bir şeydir. O da felsefeyi doğurur. Ondan dolayı bizim ihtiyaçlarımız üzerinden sürekli olarak yeni arayışlar ve teknolojik gelişmelere maruz kalırız. Tekerrür eden bir şey yok ortada. O savdan sen ders almamışsın ki başka bir savaş çıkmış.
Arkeolojik bakış açısı evrim teorisini nasıl yorumluyor?
Arkeoloji bir tarih ve ilki arama bilimi. Ebetteki evrime dair de bir şeyler söylemesi lazım. Çünkü, ben evrime inanmanızın veya reddetmenizin, Tanrıyla, Tanrıya inanmayla bir ilgisi olabileceğini düşünmüyorum. Çok radikal bir olay ya da kavram olduğunu da düşünmüyorum. Artık evcil, seküler, layık veya dindar, bağnaz, tutucu hemen hemen her okulda anlatılmak zorunda olan bir şey. Tanrıyı kabul etseniz veya ret etseniz bile, bir canlının değişim gösterebileceğine dair, canlının yaşadığı alana adapte olmak için bazı şeylerden feragat edip yeni şeyler üretebildiğine dair bilimsel bir sürü kanıt var. Siz eğer arkeoloji yapacaksanız birilerinin anlattığı mucizelerle bezeli bir hikâyeye değil, kanıtlanabilir, gözlemlenebilir, deneyselliği olan sonuçlar üzerinden bakmanız, ilerlemeniz lazım. Bu manada arkeoloji evrim üzerine inşa edilmesi gereken bir bilimdir.
Tarih derslerinde, kadınlara dair aklımda kalan, kolye, bilezik, yüzük tarzı takıları o zamandan beri taktığına dair şeylerdi. Arkeolojik kazılarda kadına dair başka bulgularla karşılaşıldı mı?
Uzun yıllar erkek egemen bakış ve tarih yazıcılığından dolayı Kadınlarla ilgili yapılan kazı değerlendirmelerinde bir kadının mezarında bir mızrak, bir silah bulunmuyor. Bulunsa bile sürekli olarak mutfak malzemeleri, aletleri olarak değerlendirildi. Ama sanki Peru’da bundan beş, on yıl önce yapılan bir kazıda 50 tane mezar bulundu. M.Ö 9. yüzyıla ait. Bu kadın ve erkek mezarlarının içerisindeki delici kesici aletlerin hepsinin birbirinin aynısı olduğu gözlemlendi. Bu da aslında toplumun içinde cinsiyet eşitlikçi bir yapının olduğunu bize göstermekte. Ve geriye dönük kazıların, bir daha dönüp değerlendirilmesi lazım. Şimdi Anadolu coğrafyasında kadın ve erkek eşitliğinin net bir şekilde kırıldığına dair bazı yeni doneler var elimizde. Göbeklitepe, Hallan Çemi, Karahantepe gibi kazı alanlarında ya da Türkiye’nin batısında Kemalpaşa Ulucak Höyük kazılarında bulunan figürler. Bunların hepsi erkek egemen toplumun, maddi varlıklarının M.Ö 11’inci yıllara dayandığını gösteriyor. Bu süreçte erkekler bir şekilde iktidarı eline almış görünüyor. Ve artık erkeğin dünyaya bakış açısıyla beraber yazılan tarih ve din olgusunun yazıldığını görüyorsunuz. Kadın bir şekilde eşitlikçi rolünü kaybediyor. İkinci plana düşüyor. Ve erkeğin yarattığı dünyayı ve toplumu yaşamak zorunda kalıyor. Dediğim gibi bu da başarısız bir hikâye. Biz bir yere varmıyoruz. Erkeğin dünyası çatışma üzerine savaş üzerine kurulu. Diyeceksiniz ki kadın egemen bir toplum olsaydı belki aynı olmayacak mıydı? Bilmiyoruz. Deneylim görelim. Bu manada arkeolojide yapılan kazılarda en azından 11 bin yıldır biz kadının adının pek olmadığını görüyoruz. Ama daha eskilere gittiğimizde 17’inci, 21’inci 25’inci yıllarda İspanya’da Arjantin’de, Fransa’daki çeşitli mağaralardaki kazılarda elde ettiğimiz duvar resimleri, hiçbir hayvanın herhangi bir cinsiyet ayrımı gözetilmeden yapıldığını gösteriyor. Çünkü hayvanlar cinsiyetsiz olarak resmedilmiş. O zaman cinsiyetin bir önemi yoktu demek ki. Toplumun içinde cinsiyet eşitliğine dair bilgiler yer alıyor. Kesin değil tabii. Ama Göbeklitepe’de, Karahantepe’de, Hallan Çemi’de sizin bir bireyi, bir ekibi erkek olarak yapma kaygısı gütmeniz ya da hayvanların hepsini erkek olarak çizmeniz, erkek olmanın önemine işret ediyor, Bu manada yaşadığımız coğrafyada, ülkede erkek egemen bir toplumun tarihini on, on beş bin yıl rahatlıkla geriye çekmek mümkün.
“Savaş” kelimesi soğuk ve ürkütücü. Ancak, bir yerde insanlığın gelişmesini sağladı diyebilir miyiz?
Savaş, bence bireylerin yaşadığı zaman, alan ve mekanla yetinememesinden kaynaklı bir maymun iştahlılığın sonucudur. Yaşadığınız alan size yetmiyorsa, paylaşmak üzere yola çıkarsınız. Hareket göçü edersiniz. Ama bunun çözümü savaş değildir. Baktığımızda devletlerin tamamı kendi uluslarının çıkarları için bir yeri kontrol ederler, bir yerde savaş çıkarırlar. Veya savaşa taraf olurlar. Savaşın benim nazarımda doğada var olabileceği bir alan yok. Mesela kurtlarda kendi alanlarına gelen diğer av gruplarını kaçırmak için biraz saldırır ama onun alanını işgal ederek, evinin alanını işgal etmezler bildiğim kadarıyla, genelde kendi alanını korurlar. Ve savaşlar hiçbir zaman gelişim aygıtı değildir. Öyle yorumlanıyor. Savaş süreçleri kültürel ve teknolojik patlamaların en yoğun yaşandığı zamanlardır. Ama bunu yaşayalım diye savaş çıkmasına gerek yok. Savaşsızda bunlar yapılabilecek şeyler. Savaş sadece bu süreyi hızlandırabilir. Orayı işgal ederseniz kendi dininizi, kendi yaşam felsefenizi oraya dikte edersiniz. Etkileşim başlatırsınız. Öyle ya da böyle ilerler. Gelişmemize neden olan aygıtlar, savaşlar neye vesile olursa olsun, katliamdır, binlerce ceset demektir, yok oluş demektir.
Arkeoloji, mistisizm kavramına nasıl bakıyor, yorumlar mısınız?
Mistisizm, bilinmezlik kavramı, iki döneme ayrılır. Uzaya gitmeden önceki dönem ve uzaya gittikten sonraki dönem. Uzaydan önceki dönemde mistik olan her şey, cin, peri gibi. Bizim böyle uzaylılar geldi, şöyle oldu, böyle oldu, bunu götürdü gibi düşüncelerimiz yoktu. Sıra dışı gördüğümüz her şey Tanrı ile ilgili olmalıydı. Yani Ay’a ayak bastıktan önceki dönemde İbrahim’in oğlunu kurban etmesine engel olan gökten inen iki tane melekti. Uzaya gittikten sonra İbrahim’in oğlunu kesmesine engel olan iki tane parıltının uzaylı olduğu. Çünkü bizim hayal dünyamızın sınırı bu dünya kadardı. Bu dünyayla ilgili hayal kurabilirsiniz. Ama dünyanın dışına çıkarsanız, dünyanın dışındaki varlıkları da kendi mistik dünyanıza ekleyebilirsiniz, eklemleyebilirsiniz. Bu manada bilinmezlik, sizin doğayla veya kendinizle olan problemlerinizin sonucu olarak ortaya çıkar. Ben çocukken ilk ateş böceği gördüğüm günü hatırlıyorum. 6 yaşlarında falandım. İkinci kata onlarca ateş böceği yükseldi. Bizim de evimiz Suriye sınırının dibindeydi. Kuzenlerimin yarısı o ateş böceklerine cin dedi. Ben ve amcamın oğlu biraz daha sıfır sıfır yedi çocukları olarak, Suriye ajanları demiştik. 80’li yıllardan bahsediyorum. Ama bugün benim oğlum aynı şeyi görürse şöyle yorumlayacaktır. Uzaylılar, minyatür uzaylılar geldi, Bize ışıklar gönderdi gibi. Onun için mistik kavramı sizin hayal gücünüz, beklentileriniz, cevaplarınızla ilgilidir. Okumak istediğinizle ilgilidir. Göbeklitepe ilk keşfedildiğinde herkes orayı tarihin sıfır noktası, enerji çakralarının birleşimi gibi bir sürü şey söyledi. Bir arkeolog olarak hiçbir zaman bunları onaylamadım. Göbeklitepe uzaydan gelmiş bir kültür olamazdı. Bu kültürler çeşidinin devamları olacaktır. Karahantepe Kazıtları başladığında, daha önemli yerler ortaya çıkınca, bu sefer ne diyeceksiniz?
Medeniyet Anadolu topraklarında gelişmedi mi yani, bu noktada medeniyet için neler söylemek istersiniz?
Medeniyet sadece Anadolu toprağında gelişmedi. Medeniyet Mezopotamya’da, Anadolu’da, İndus vadisinde, Çin’de gelişti. Kuzey Amerika’da, Latin Amerika’da da gelişti. Halen de birçok yerde gelişiyor Kapital toplumun en temel özelliği kendini dünyanın merkezi zannetmesi. Yazıyı Sümerler icat etti, evet ama tüm dünyayı onlar değiştirmedi. Birçok kültür bu süre içerinde bir şey yaptı. Bu süreçleri yaşadı. Sümerler daha erken bu süreci yaşadı. Neden? Daha fazla ihtiyaçları vardı. Daha fazla eksikleri vardı. Dünyanın ilk köy örneklerini kuzey Mezopotamya’da görürsünüz. Âmâ dünyanın ilk şehir örnekleri güney Mezopotamya’da oldu. İlk köyleri yapanların, oraları şehre dönüştürmesi gerekirdi değil mi? O şekilde olmuyor işte. Güneyde direkt şehirler ortaya çıkabiliyor. O toplumun, o coğrafyanın zorlaması da gerekiyor. Medeniyet kelimesi Medine’den geliyor. Arapça şehir demek. Şehrin içinden, şehrin bir araya getirdiği üzerine okumanız gerekiyor. Şehirlerin ortaya çıkması, insanların bir arada yaşama kaygısı nasıl ortaya çıktı? Binlerce kilometre su kanalları kazmanız gerekiyor. Beş insan bunu yapamaz, beş bin insan bunu yapar. E beş bin insana, bin kişi yemek yapsın, iki bin kişi alet edevat sağlasın, bin insan yatacak yerlerini ayarlasın. On bin insan eder. On bin insanı düzene koymanız gerekir, yönetmeniz gerekir.
İnsan sınırsız özgür olamıyor mu. Her zaman bir sisteme dahil mi olmalı?
Olabilir, ancak her bireyin özgürlük sınırı ikinci bireyin alanıyla biter. Öyle düşünmeniz gerekir. Küçük insan gruplarını daha büyük insan gruplarıyla bir arada yaşamaya zorlarsanız, bu sefer gene ceza ve ödül sistemini geliştirmek zorundasınız. Ahlak gibi kavramları ortaya koymalısınız. Gılgamış sınırsız özgürlüğü olan bir kraldı. Onun için insanlar tanrılara dua ederken, onu öldürsün diye dua ederdi. Bu temelde bakarsanız, biz sosyal hukukla beraber var olabiliriz. Bunun demokrasi ile olmasına da gerek yok. Ve başkasının sınırını kabul etme üzerinedir şahsın yükü. Medeniyet bir ihtiyaç değildir. Toplumsal bir geçiş süreci ve dayatmadır. Amazonlardaki kabileler binlerce yıldır daha demiri kesmeden yaşayabiliyorlar mı? Yaşayabiliyorlar. Ölmüyorlar. Daha az hastalanıyorlar, daha mutlular.
Ama hayat hep ileri doğru akar ve biz de “yarın” kavramı vardır. Bu noktada insanlığın ileri doğru gitmesi gerekmez mi?
Atom bombasını yapmak ileriye gitmek midir ya da nükleer bombalar yapmak ileriye gitmek midir? Veya kendi sınırını daha çok genişletmek için savaş çıkarmak, iktidarda kalıp, oy alabilmek için imar afları yaratıp, bir sarsıntıda binaların yıkılması ve yüzbinlerce insanın ölmesine neden olmak ileriye gitmek midir? Saz kulübesinde yaşayan bir birey, yüz on katlı Samandağ’daki rezidansta yaşayan insanlardan daha mı ilkeldir? Deprem oldu, insanların cesedi dahi bulunamadı. Biz doğayı yok etmeye programlanmış insanlarız. Okyanuslarda yüzen plastik adalar var diye her yerde çarşaf çarşaf makaleler çıkıyor. Halen plastik tüketiyoruz. Karbonmonoksit hayatımızı sonlandıracak diyoruz. Harıl harıl arabalar üretiyoruz, petrol yakmaya devam ediyoruz. Bizim, ileriye giden bir felsefemiz yok maalesef.
Son olarak, ne söylemek istersiniz, bir arkeolog olarak, sizi bu hayatta en çok ne üzüyor?
İnsan evlatları olarak, bireyler olarak bin yıl süren Asur imparatorluğu ortadan kayboldu, biz onu sadece bir paragrafta gördük. Biz yüz yıllık bir tarihin içinde yaşayan bireyler olarak, satır arası bile değiliz. Ama yaşadığımız dönemde, yok sen şu bayrağa inanıyorsun, bu devlet benimdir, buradan bir karış toprak vermem, almam gibi düşünceler üzerinden milyonların kanı dökülüyor şu an dünyanın birçok noktasında. Bu kadar anlamsız şeyler için bu kadar kanın dökülmesi beni çok üzüyor, kahrediyor. Benim için varlık ve yaşam en kutsal şeydir. Bir bayrak, bir devletin sınırı, bir ırk bundan daha kutsal olamaz. Yaşamdan daha kutsal bir şey göremiyorum. İnsan demiyorum bakın, ağacın hayatını da dahil ederek söylüyorum. Yok edilen ormanlar, açılan madenler benim için bayraktan çok daha önemli ve değerlidir. Devletler, yönetim aygıtları kendi varlıklarını, kendi iktidarlarını sürdürmek amacıyla insanlara sürekli çeşitli hikayeler satarlar ve hikayelerin başında devlet, ırk, millet, beka sorunları gelir. Bunların hepsi iktidarların uydurmasıdır benim nazarımda. Bireylerin de bunda taraf oldukları bazı hataları var. Biz bireyler olarak birçok şeyin farkında olup devletlerin politikasıdır diye onun arkasına sığınarak, birçok şeye ortak olabiliyoruz. Afrika’da madende çocuklar çalışıyor diyoruz. Tamam gelin, bir hareket başlatalım, dünyanın tamamında beş yıl boyunca hiç kimse tek bir ürün almasın. O çocukları madenden çıkaralım. Ve beş yıl boyunca tek bir şeye yapacağımız harcamaların hepsini, uluslararası bir kumbarada toplayalım. Dünyada yoksullukla, susuzlukla, gıdasızlıkla can çekişen toplumlara gönderelim. Dürüst olalım. Haftada üç kere duş mu alıyoruz. bire indirelim. Feragat edelim konfor alanımızdan. Biz konfor alanımızı terk etmeyerek, devletlerin politikaları üzerinden bireysel suçlar da işliyoruz. Bana sorarsanız, sürekli olarak bir günah keçisi aramamız, bizim tarihten ve kendimizden kaçışımızdır diye düşünüyorum.