Daha fazla sermaye ve iktidar hırsı birçok insanın hayatını etkilemeye devam ediyor. Bu etkileri, günümüzün ve geleceğin sorunlarını sosyolog, araştırmacı yazar Zana Kibar anlattı.

Sosyolog, araştırmacı yazar Zana Kibar: “Bugün dünya genelinde 300 milyona yaklaşan bir nüfusun zorunlu göçe maruz kaldığını görüyoruz. Yani dünyada birçok ülkeden nüfus olarak çok daha fazla sayıda insan yerinden yurdundan, yüzyıllardır baht bulmuş olduğu anısını bırakıp, gönüllü değil zorunlu bir şekilde göç etmek zorunda kalmış.”

Sömürgeci devletlerin daha fazla sermaye ve iktidar hırsı birçok insanın hayatını dolaylı ya da doğrudan etkilemeye devam ediyor. Bu etkileri, günümüzün ve geleceğin sorunlarını sosyolog, araştırmacı yazar Zana Kibar ile konuştuk. 

 Röportaj: Kibar Özkan

 

Sizi tanıyabilir miyiz?

Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü doktora öğrencisiyim. Çalışma alanlarım mekânsal hafıza, zorunlu göç ve sözlü tarih. Hem bireysel olarak hem kollektif olarak çalışmalarım oldu. Sözlü tarih noktasında 12 Eylül üzerine kitap çalışmalarım var. Yine “Ben Öldüm Beni Anlat” isminde bir başka kitap çalışmam var. Aynı zamanda “Savaşın Tanıkları Anlatıyor” diye bir belgesel çalışması yaptım. Kürtlerin ve kadınların, gayri Müslümlerin göç hikayesinden oluşan bir göç hafıza setini kollektif çalışmayla hazırladık. Maalesef o kitaplar bugün Türkiye’de yasak yayın statüsünde. Göç, hafıza, mekân, hatırlama ile ilgili çalışmalarım ise devam ediyor.

Savaşlar genel olarak neden çıkıyor, savaş tarihinden bahsederek anlatır mısınız?

Savaş tarihi, insanlık tarihi kadar eski ya da doğa tarihi kadar eski denilebilir. Savaş, doğanın diyalektiği bir varlık ve yokluk alanıyla ilgili. İnsan var olduğundan bu yana ister avcı-toplayıcı dönemde olsun ister yerleşik yaşama geçilen neolitik dönemde olsun savaş hep var ola gelmiştir. Ama tabi ki tarihsel süreç içerisinde savaşların rengi, uygulama biçimi yerleşik hayata geçişle birlikte bir konsept değişikliğine de uğramıştır. Yerleşik hayata geçen ve toprağı işleyen topluluklar, ilk klan köyler avcı toplulukların saldırısına uğruyor. Depoları, biriktirdikleri ürünler yağmaya uğruyor. Mevcut alanı korumak, ürünü, depoyu, tarlayı korumak üzere artık düzenli bir şekilde varlığını askeri olarak sürdüren, bir insan ordusu karşımıza çıkıyor ve o günden bugüne değişerek geliyor. İnsanın, ilk ekmek davası üzerine başlayan kavgası sonrasında kentlerin ortaya çıkması, dinin ortaya çıkması, etnik yapıların ortaya çıkması, savaşı ekmek kavgasından çıkarıp bir din kavgasına sonrasında dinlerin bölünüp ayrışmasıyla mezhep kavgalarına dönüştürüyor.  200 yıllık geçmişi olan ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla beraber etnik unsurlar savaş sebebi olarak çıkıyor. Ve günümüze kadar devam ediyor. Sermaye savaşı, etnik unsurların savaşı, din savaşı gibi sebeplerle tarihten günümüze kadar konseptini geliştirerek devam etmektedir. Günümüzde ise tarihten bugüne keşfedilen, icat edilen, inşa edilen kimliklerle, inançlarla beraber sebepleri çoğaldı.  Bugünkü savaşlara baktığımızda, bazı kapitalist, emperyalist güçlerin sebep olduğu savaşlar var. Sanayisini, ticaretini, teknolojilerini güçlendirmiş bazı gelişmiş ülkelerin emperyal araçları daha güçlü olmakla birlikte dünyada en küçük nüfus ve etki alanına sahip bir devlet dahi kendi ölçütünde bir emperyal kuvvettir. Türkiye’nin sağ ve gerek sol yapısı emperyal denilince Batı ve Amerika’yı akla getiriyor. Oysaki Türkiye’de bölgesel anlamda güçlü bir emperyalist ülkedir

 

Savaş için doğanın kanunu diyebilir miyiz?

Bir yanıyla doğanın diyalektiği bir yanınla da biz bu diyalektiğe bağlı olmak zorunda değiliz. İnsanlık, kentli hayata geçmiş, bir uygarlık yaratmış, muasır medeniyetler seviyesine gelmiş hala kedinin fareyle, köpeğin kediyle oynadığı gibi bir oyun kuralıyla oynamak zorunda mı? Değil. Ama maalesef dünyanın başına bela olan uluslar var. Bunlar tarihsel bir dönemde büyük bir toprak parçasını, büyük bir alanı işgal etmiş, ele geçirmiş veya sermaye olarak güçlü olmuş olan uluslardır. O elde ettikleri sermayeleri kaybetme ihtimalleri bile savaş unsuru olarak bugün hala capcanlı olarak önümüzde durmakta. Mesela Sırplar, Bosna Hersek’te, Hırvatistan’da, Kosova’da, Arnavutluk’ta sürekli savaş unsuru olarak varlıklarını sürdürüyor. Çünkü Yugoslavya’dan kalan o bölgeyi doğal bir hak olarak görüyorlar.  Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu gibi üç kıtada hüküm sürmüş bir döneminden kalan hülyası var. Sanki o bölgeler ezeli ve ebedi Türk toplumununmuş gibi. Bugün canlı olarak Ukrayna’da devam eden savaş nedeni olarak Rusya’nın Doğu Avrupa’yı, Asya’nın bir parçasını bir dönem Çarlığa ya da Rus İmparatorluğuna dahil olmasından, o bölgeleri kendine hak görüyor.  Putin’in bir çocuğun sorusuna verdiği cevap bu durumu açıklar nitelikte, “Rusya’nın sınırları nerede biter?” Rusya’nın bir sınırı yok, der. Dolayısıyla bunlar ebediyetten gelmeyen bir sahiplikle, bir zamanlar işgal ettikleri yerleri zamanla kaybetmenin travmasını asla atlatamadıkları için birer canlı savaş unsuru olarak varlıklarını devam ettiriyorlar. Bir yanıyla ulusal yapılar, devletler, bir yanıyla da sermaye bu savaşları sürdürüyor. Batılı ülkeler diyebileceğimiz, sömürgecilikle geçinmiş ve zenginleşmiş bu ülkeler, bugün zenginlik alanına Çin ve Hindistan gibi sermaye odaklı müdahaleyi gördüğünde bunu bir savaş nedeni olarak görebiliyorlar.  Çeşitli savaş enstrümanlarıyla, bu sermaye alanlarını kontrol ederek kendi sermaye alanlarını sürdürmek istiyorlar.

Bu noktada “dış güçler” kavramına siz nasıl bakıyorsunuz?

Dış güçler meselesi hakiki bir mesele. Gözden kaçırılacak bir mesele değil. Dış güçler ya da devletler bir diğer devletin zayıf duruma düşmesiyle veya zayıf duruma düşmesi için zemin hazırlayarak, nasıl ki mafya örgütü bir yer zayıfladığında üstüne çökme eğilimi gösterir o şekilde ele geçirme, gasp etme, sömürme, yağma bir düzen şeklinde ele geçirebiliyor. Türkiye üzerine özellikle sağ siyasetin, sol siyasetinde dilinde egemen, güçlü bir argüman. Türkiye üzerine dış güçlerin oyunları, müdahaleleri var da Türkiye’nin başka ülkelere müdahalesi yok mu? Türkiye mesela Libya’da, Katar’da, Yemende ne yapıyor? Irak’ta sanırım yüze yakın yerde asgari üstü var. Şam’da Emevî Camisinde şu bayramda namaz kılacağız diyen düşünce, Suriye üzerine nasıl bir oyun oynuyordu?

Soykırımdan da bahseder misiniz? Irklar neden yok edilmek isteniyor?

Soykırım kavramı, biraz ulus devlet paradigmasıyla tanımlanmış ya da bir ulusu bir grubu veyahut dini etnik aidiyeti olan bir topluluğu ortadan kaldırmak için özellikle iki yüz yıllık bir tarihi olan ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla beraber varlığını göstermiştir. Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” kitabında anlattığı gibi, bir cemaatten, kendi içinde birçok farklılığı olan bir toplumsal yapıdan, topluluklardan, tek bir ulus, tek bir dil, tek bir din, tek bir aidiyet, tek bir bayrağın, tek bir devlete gönül vermiş,  inanmış, tapmış bir topluluk oluşturmak amacıyla, bir ulus yapmak isteyen,  ulus devlet anlayışının kaçınılmaz bir sonucu, paradigmasıydı. Bu cemaatlerden bir ulus yaratmak düşüncesi teklik üzerine kurgulandığı için dolayısıyla dini, dili, kimliği tekleştirmek demekti. Bunun sonucu öteki olanı, inanç olarak, dil olarak, farklı aidiyet bağları olanı çeşitli savaş enstrümanları ile beraber tehcirle, mübadeleyle, soykırım yoluyla yok etmekti.  Yirminci yüzyıl özellikle etnik gruplar açısından felaketler çağı oldu. Birçok grubun ortadan kaldırılması, imha edilmesi için soykırım başvurulan bir metot oldu. Mesela Anadolu coğrafyası farklı din ve etnik gruplar açısından zenginliği olan bir kara parçasıydı. Ama buradan Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Boşnaklar, Araplar din olarak, hakim etnik unsurla aynı olan dilsel olarak, gelenek görenek olarak faklı olanlar asimilasyon yöntemi ile bu inşa edilmek İstenen ulus içinde eritilmeye çalışıldı.

Azınlık kavramını da açıklar mısınız? Azınlık hakları nasıl korunur?

 Azınlık tarihi, 16. yüzyıldan başlıyor. Önce dini gruplar için devletler arasında yapılan antlaşmalarda bir devlette bir imparatorlukta hakim olan dini gruptan daha az sayıda diğer din veya mezhepsel inanca sahip grupların korunmasına yönelik uluslararası antlaşmalarda yer buluyor. 1815 Viyana Kongresinde din temalı azınlık kavramı ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla beraber etnik temaya dönüşüyor. bir devlette yaşayan hakim etnik unsurdan, hakim ulusal ve sosyal yapıdan daha az sayıda olan farklı bir kültür farklı bir gelenek göreneklere sahip grupların kendi dil, gelenek görenek, inançlarını yaşaması için o devletin azınlık hakları kavramını tanıması gereken haklar olarak ifade edilebilir.  Türkiye’de 1815 Viyana Kongresi öncesi bir hükümle devam ediyor.  Lozan Barış Konferansı’nda alınan kararla Türkiye farklı etnik gruplara bir azınlık hak statüsü tanımıyor. Gayrimüslimler üzerinden azınlık statüsü var. Diyelim ki Ermeni, Rum, Yahudi iseniz Türkiye’de kendi dilini, dinini, göreneğini ya da işte okulunuzu, ibadethanenizi açabiliyorsunuz.  Bu anlamda 1815 öncesi kalan bir mantıkla yönetiliyor. Etnik unsurundan kaynaklı herhangi bir hak ve statü tanımıyor. Cem evini bir statü olarak kabul etmiyor. Sünni bir Müslüman olarak inanç alanınızı bir camide gerçekleştiriyorsunuz ama cem evini bir ibadet yeri olarak kabul etmiyorsunuz. Bir ihlal alanı da Kürtlerin, Çerkezlerin, Boşnakların kendi dilinde kültüründe eğitim öğretim, edebiyat, müzik, sanat alanını geliştirmek için bir imkan alanı tanınmaması. Bu alan azınlık hak statüsü de olabilir. Bu da tartışmalı bir durum. Eşit hak statüsünde olabilir. Bu grupların taleplerine siz bir devlet olarak etniksiz bir alana çekilip, layık bir  devlet gibi davranmalı.  Bütün dinlere eşit mesafede olması gerekiyorsa etnik alana bir mesafe gerekiyor. İkinci olarak  sivil toplum örgütleri bu hak alanının açılması için zorlayıcı bir unsur  olmalı.

 İdeolojiler bizi ne kadar etkiliyor?

Kapitalist dünya, tek bir ideoloji hegemonyasını da kurdu. Dolayısıyla bir şey tekleştiğinde yok oluyor.   İki kutuplu dünya gibi. Sovyetlerin çökmesiyle tek bir kutup egemen olduğu için kutup kalmamış oldu. Ötekinin olması lazım ki, diğerini beslesin.  Nasıl ki ulus devletin, etnik unsurları, dini inancı öteki alanı tekleştirme durumundan bahsediyorsak aslında tüm bu mantığa ideoloji savaşlarını da ekleyebiliriz. Aynı din, dil, aidiyete sahip kişilerin fikri olarak ayrışması bir savaş unsuru olarak karşımıza çıkabiliyor.

Savaş ve göç anlamında Suriye, Irak ve Türkiye üçgeninde neler oluyor?

 Savaş sebebi olarak saydığımız bütün etmenler bu sahada en acımasızlığıyla uygulandı, uygulanıyor, uygulanagelmekte. Bir sermaye savaşı, özellikle bu üç devlet arasında Türkiye’nin sermayesinin daha güçlü olması için aynı zamanda tarihsel olarak bu toprakların Osmanlının sınırları içinde olması buraya müdahaleyi sürekli kendine doğal bir hak olarak görebiliyor. Bu üç devlet arasına baktığımızda emperyal güç olarak Türkiye ortaya çıkıyor. Güncel olarak da Arap Baharından sonra Orta Doğunun karışması, Irak’ın çökmesi, Suriye’nin artık çökmesi diyebileceğimiz bir hale gelmesinden dolayı Türkiye’nin büyük bir payı var. Orada daha önce Müslüman Kardeşler üzerinden selefi inancı, selefi ideolojiyi besleyen bir yerde olmasından dolayı kendi bölgesinde huzur, güvenlik ve barış unsuru olmasından öte ele geçirme ya da  kendine yakın olan bir iktidar yaratmak için sürekli bu bölgelere müdahalede bulunuyor. Buradaki savaş dinamiği de İslam dininin mezhepsel olarak bölünmesi kaynaklı Şii, Alevi ve Selefi, Sünni inancına sahip grupların bir iktidar alanı yaratmak istemeleri, bu çatışma dinamiğini besliyor. Aynı zamanda etnik olarak Kürtlerin, Suriye, Irak ve Türkiye’de bulunması ve bir hak iddia etmesi, bir otonom alan inşa etmesi bir diğer unsur. Son on yılda dini ve etnik unsurlar tüm canlılığı, yıkıcılığı  ile beraber Orta Doğuda icra edildi. Bugün hala bu savaş dinamiği devam ediyor.

Savaşlar insanları hayattan koparmakla birlikte sağ kalanların da yerinden yurdundan göç etmelerine sebep oluyor. Göç etmenin zorluklarını anlatır mısınız?

Bugün dünya genelinde 300 milyona yaklaşan bir nüfusun zorunlu göçe maruz kaldığını görüyoruz. Yani dünyada birçok ülkeden nüfus olarak çok daha fazla sayıda insan yerinden yurdundan, yüzyıllardır baht bulmuş olduğu anısını bırakıp, gönüllü değil zorunlu bir şekilde göç etmek zorunda kalmış. Bu grubun içinde 60 milyona yaklaşan nüfusuyla kendi ülkesi içinde siyasal iktidarın baskısı, zoru, zorlayıcı sebeplerinden dolayı zorunlu olarak göç etmek durumunda kalmış. 2022   yılı Birleşmiş Milletler ve göç izleme alnında uluslararası kurumların tutmuş olduğu istatistikte 26 milyon mülteci statüsünde olan insan nüfusu var. Zorunlu göçün birçok onarılmaz etkisi oluyor. Çünkü bir anda hiçbir hazırlık aşaması olmadan yüzyıllardır ana atalarınızdan bağ kurduğunuz hafızanızın, hatıralarınızın olduğu, sosyalleştiğiniz bir alanda bir anda koparılıyorsunuz.  Oradaki herhangi bir aidiyeti kendinizde çıkaramıyorsunuz. Bizim yaptığımız çalışmalarda tanıklar, ayağına terlik dahi geçiremeden köyünün yakıldığını, barkının yakıldığını oradan sürülmek zorunda kaldığını anlatıyor. Kimisi bir kış gününde geceyi soğukta geçirdiklerinde bir battaniye çıkaramadıklarını, kimisi montunu dahi alamadığını söylüyor. Hem o an  sizi hayatta tutacak o herhangi bir eşyayı dahi çıkaramazken bir hatıranızı dahi taşıyamıyorsunuz. Evinizde, ailenize dair, kendi yaşamınıza dair biriktirdiğiniz simgeler üzerine anılar bir anda koparılıp atılıveriyor. Gittikleri yeni mekânda bağ kuramıyorlar. Önceki mekânından bir istenç  bir motivasyon ile kopup yeni mekâna gitmiyor. Siz alışık olduğunuz bildiğiniz, öğrendiğiniz dünyadan tutulup karanlık bir dünyaya atılıyorsunuz. Yeni gittiği mekânda bir mekânsal körleşme, dünyayla bir bağ kuramama hali yaşanıyor. Ruhsal olarak sürekli bir geçmişte kalmaya, bugüne gelememeye sebebiyet veren travmaları yaşıyorlar. Ekonomik imkanlarından da faydalanmama gibi birçok durumu beraberinde getiriyor. Bir başka yönü ise bir anda atıldığınız mekânda tüm insanlar tarafından birer kriminal varlıklar olarak ele alınmış olmanız. Mesela bu alanda çalışma yapan kurumlarda var. Nefret söylemi, mülteciler, zorunlu göç ya da ülke içinde yerinden edilenler yaşadıkları bölgelerde kriminalleştiriliyor. Bu özellikle basın tarafından yapılıyor. Örnek verelim, İstanbul’da bir gasp olayı oluyor, bir kavga ya da herhangi bir kriminal olayda o kişi eğer Suriyeli ise ya da Afgan’sa basın bir Suriyeli gasp yaptı diye haber yapıyor. Dolayısıyla siz bütün Suriyelileri hedef haline getirmiş oluyorsunuz. Onun Afgan kimliğiyse onun ismi, cismi, kadınsa kadın, erkekse erkek kimliği durumu üzerinden değerlendirilmiyor. Diğer herhangi bir olayı biz o şekilde görüyoruz. 20 yaşındaki erkek şöyle bir olaya sebebiyet verdi. Ama mülteci ve zorunlu göçle zaten mağdur olan aslında hayatlarından koparılıp gelen kişileri kimlik üzerinden tanımlıyorsunuz ve bütün Suriyelileri bütün Afganları ya da Kürtleri kötü gösteriyorsunuz. Oysaki dünyada yapılan bütün araştırmalar ve çalışmalar da bu gruplar suça en az bulaşan hatta suça bulaşma imkânı olmayan kişiler. Onların hayatlarında sürekli suç işleniyor. En kötü yerlerde kalıyorlar. Bodrumlarda kalıyorlar. Aslında sürekli hayatlarına dair suç işleniyor. Ama bunlar görünür alana birer suçlu unsurlar olarak lanse ediliyor. Dolayısıyla zorla koparılma sürecinde koparıldıkları mekânda sorun yaşıyorlar. O yol süresince sorunlar yaşıyorlar. Geldikleri mekanla bağ kuramama bir  yana bir de orada bulunan gruplar insanlar   toplu bir şekilde siyaset alanında, sosyal alanda, basın alanında  sürekli kriminalleşitiriliyorlar. Öylesine bir yerle başlayıp öylesine bir yerle bitmeyen, hayatlarında süreklileşen bir ihlal alanı. Peki biz bu insanların hayatında nasıl suçlar işliyoruz? Biz bu suç alanına nasıl itiyoruz? Bunlar sadece kriminal alanda ihlale uğramıyorlar. Barınma alanında siz buranın yerlisiyseniz aynı konuta tabi olduğunuzda ne ile karşılaşıyorsunuz. Diyelim ki size 10 bin liraya önerilen bir evin kirası Suriyeli olunca kaça çıkıyor?  Ya da Suriyeliye kiralanıyor mu? İş alanı da öyle.  Sürekli kullanıyoruz ya siz diğer gruplar açısından yerli ve milli bireyseniz ve karşınızda  yerli ve milli olmayan, Suriyeli, Afgan, Pakistan ya da herhangi bir yerden gelmiş biri varsa .aynı iş yerinde çalıştığınızda sizin yaptığınız iş ne olur, onların yaptığı iş ne olur? İş içerisinde de bir hiyerarşi var. O işin ağır tarafı, masada oturulan tarafı var. Sırtına hamal olarak yük yüklenen tarafı var. Nasıl bir ücret alıyorsunuz? O ücreti alırken de sizin bir garantiniz var. Karşı tarafın yok. İşverenin insafına bağlı. Onun hak alanları kapalı. Yol yöntemi kapalı. Zaten bir öteki ve bu alanlarda mahrum olarak sömürüye maruz kalıyorlar. Uğramış oldukları saldırılar, yaşadıkları mahallelerin, evlerinin basılması, yakılması iş yerlerinin yağmalanması, istemiyoruz gibi grup kitle faşizmine maruz kalmalarını hiç saymıyorum. Rutin maruz kaldıkları günü sayıyorum. Bütün hayatlarında ihlale uğruyorlar. Maalesef bu görünür bir alan değil. Dünyada bu şekilde. Ben Hamburg’da yaşıyorum. Burada da herhangi bir olayda bir Türk hırsızlık yaptı, cinayet işledi gibi haber yapılıyor. Oysa bütün Türklük kimliği bir nefret alanına itiliyor. Göçle gelenler aslında en alt seviyedeki gruplar ama en üst seviyede yansıtılıyorlar.

Savaş ve göç sırasında kadın ve çocukların yaşadıklarına özellikle değiniz misiniz?

Zorunlu göçte ya da insanların yerinden yurdundan koparılmasında tabii ki en kırılgan grubu kadınlar ve çocuklar oluşturmakta. Çünkü çocuklar henüz bir hayatı deneyimleyemediği için savaş durumu, yerinden koparılma durumu o zorunlu göç sırasında yaşadıklarından dolayı yaşamış olduğu travmalar bütün bir hayatını etkilemektedir. Çocuklar, ileri yaşlarda dahi altını ıslatma, sosyal bağ kuramama, eğitim alanında aksaklık, hiperaktivite ya da hayal  dünyalarında sürekli o süreç esnasında maruz kaldığı şeyi hatırlama, bir resim çizdiğinde bir uçak, tank,  helikopter  çizmesi gibi. Çünkü hayatta yaşamış olduğu karşılamış olduğu en önemli an bu bütün savaş unsurlarının bilincine kaydedilmiş olması. Dolayısıyla hayata bakış açısını ve kendisini inşa aşamasında sürekli bu savaşın etkilerinden kaynaklanan bir bakış açısıyla oluşturabiliyor. Savaşlar, devletler ya da araçlar bir erkek ideolojisinden geldiği için bu alanla ilgili maalesef bir din diğer diğer dini ya da mezhebi yok etmek isterken direkt o etnik ve dini inanca ait bir şeylerde kadına da yönelebiliyor.  Bu yok etme istenci, kadın bedenini eril işgal alanı için işlevsel bir alan olarak görüyor.  Erkekler de mağdur olmakla birlikte kadınlar ve çocuklar kırılgan kimliklerinden dolayı hem savaşlarda hem zorunlu göç durumlarında en çok zorluk yaşayan gruplar olarak karşımıza çıkıyor.

Savaş ve göç konusunda hafızalara kazınan en ürpertici an Ezidi halkının özellikle Ezidi kadınlarının yaşadıkları zorluklar olsa gerek. Ezidi halkının yaşadıkları üzerine neler söylemek istersiniz?

Ezidiler, bütün tarihleri boyunca kırıma, soykırıma, katliama uğramış bir azınlık dini inanç grubu. Tabi ki bütün tarihte bir ihlale, katliama, cinayete, yerinden yurdundan sürülmeyi yaşadıkları gibi  Türkiye’de de sayıları en azından bugünkünden çok çok yüksek olan bir Ezidi nüfusu vardı.  Zamanla azaldı. Fakat en acı en vahşi durumu yakın zamanda İŞİDİN Şengal’e girmesiyle beraber yaşadılar. Ezidi erkekleri katledildi, Ezidi çocukları kaçırıldı, Ezidi kadınları da seks kölesi olarak kaçırıldılar, köle pazarında satıldılar. Bizim yaptığımız çalışmalarda en çarpıcı örnek Ezidilerin savaş bittikten sonra da kendi vatanlarına dönmek istememe nedenleriydi. Bu yağmadan kaçabilen, bu soy kırımda hayatta  kalabilen  kişiler  şöyle demişti: ”Bizim yıllardır, yüzyıllardır komşuluk yaptığımız, sosyal alanı paylaştığımız, beraber yiyip, içtiğimiz, en azından belli temas alanlarında sosyalleşebildiğimiz  komşularımız bu süreç içerisinde birden  haysiyet celladına dönüştüler, bir İŞİDCİYE dönüştüler. İŞİD gibi bir örgüt var olabilir yok olabilir ama o komşumuz hayatımız boyunca orada olacak, hatıralarımızda olacak. Bu nedenle oralara yeniden dönmek istemiyoruz.”

Son olarak, dünyanın gidişatı hakkında öngörülerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Dünyanın son çeyrek yüzyılı bir tahayyülün doğması ve onun kısa bir zaman içerisinde battığına tanıklık ettiği dönem oldu. 2000’den sonra 2010 yılı Arap Baharına kadar dünyada sınırsız, savaşsız bir dönem başlıyor, dünya küresel bir köye dönüşüyor düşüncesi vardı. Arap Baharı da bu fikriyatı harlayan bir konuma sahipti ama çok kısa bir süre içerinde sınırsız dünya özlemi, isteği veya tahayyülü çöktü. Birden dünya sınırları yükselmeye başladı.  Türkiye, Suriye Irak sınırına uzanan Çin Seddi gibi bir duvar örerek sınır çekmeye başladı. ABD- Meksika sınırına duvar çekiyor, Avrupa Orta Doğudan gelen göçmen sınıfa sınırlarını kapatmak için tel örgüler çekiyor. Orta Doğuda vücut bulduğu gibi bugün canlı olarak Ukrayna ve  Rusya’da devam eden, o savaşsız bir dünya da yerini  bir anda savaş alanına döndürdü. Türkiye’de 6 Şubat’ta yaşanan deprem, onun öncesi covit-19 pandemisi, bu son 15 yılımızın bir felaketler dönemi olduğunu gösteriyor. Önümüze baktığımızda da bundan henüz bir çıkış emaresi görünmüyor. Ana atalarımızın dediği gibi darlıktan sonra ferahlık vardır. Bu bizim darlığımız ama önümüzde şöyle bir ferah dönem bütün dünya tahayyülü açısından baktığımız zaman görmek zor.  Karanlık bir senaryoya gerek olmayabilir ama umut verici bir durum da yok.