1 Ekim 2023 tarihinde, Ankara’nın merkezinde Parlamentonun ve bütün bakanlıkların bulunduğu alanda İçişleri Bakanlığı'na yakın olan Emniyet Genel Müdürlüğü'ne yapılan saldırı, günlerdir Türkiye’nin belki de tek gündem maddesi oldu. Saldırı sonrasında iktidar ve muhalefet tarafında yapılan açıklamalar, saldırı olayının politik arka planını düşündüğümüzden çok daha genişletti.

Söz konusu saldırıdan sonra yapılan değerlendirmeler hem iktidar içi dolaylı yürütülen güç çatışmasının daha belirgin hale geldiğini hem de iktidar-muhalefet arasındaki rekabetin yeniden şekilleneceğini söyleyebiliriz.

İstanbul Valisi Ali Yerlikaya'nın İçişleri Bakanı olarak atanmış olması, bir bakıma Soylu döneminin bitişi ve politik denklemin dışına çıkartılması olarak değerlendirildi.  Yeni İçişler Bakanı Yerlikaya'nın Soylu tarafında atanan kadroların çok önemli kesimini görevden alınması veya pasif göreve ataması cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bilgisi ve onayı olmadan mümkün olmayacağı da basında sıklıkla dile getirildi. Aynı zamanda soylu ile yakın olduğu iddia edilen ilk kısım çete liderlerine operasyon yapılması da esasen Soylu'nun politik karizmasını bitirme sürecinin ilk adımı olarak değerlendirildi. Böylelikle Soylu’nun suç örgütleriyle ilişkisi olduğu algısı toplumda oluşmaya başladı.

1 Ekim 2023'teki saldırıdan sonra Soylu’yu destekleyen medya çevreleri Yerlikaya karşı en uçtan eleştirilere başladılar. Ankara’nın göbeğinde böyle bir olayın meydana gelmesinin ‘istihbarat zafiyeti olduğuna dikkat çekildi ve bundan İçişleri bakanının sorumlu olduğunun’ altı çizili. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yerlikaya’yı açıktan destek çıkması ile Soylu ekibinin yaptığı eleştiriler bir andan kesildi. Aynı zamanda, CHP ve İyi Parti’nin de Yerlikaya’ya açıktan destek çıkması, Soylu çevresinin hızlıca geri adım atmasına neden oldu.  Bir bakıma iktidar-muhalefet ikilisi, Soylu’ya karşı Yerlikaya’nın arkasında durdu.

Önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak bu tür krizler, hem iktidar içindeki grupların rekabetini daha fazla tetikleyecektir hem de muhalefetin iktidara çok daha fazla yakınlaşmasına zemin oluşturacaktır. Sistem içi muhalefetin ya da eski deyimiyle 6’lı masanın tamamın söz konusu saldırıda iktidar gibi devlet refleksi göstermesi önümüzdeki süreçte özellikle ‘beka’ meselesi üzerinden iktidar-muhalefet arasındaki ‘tekleşme’ çok daha fazla belirgin hale gelecektir.

ETKİLİ İKİ İSİM: DIŞİŞLERİ BAKANI FİDAN VE MİT BAŞKANI KALIN

Saldırının hemen sonrasında Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, MİT Başkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın katıldığı 5’li toplantı, aynı zamanda Türkiye’nin hem iç politikada hem de bölgesel ilişkilerde karar mekanizmasının kimlerden oluşacağına dair çok net bir fotoğraf sundu. 5 kişiden oluşan ‘Komuta Konseyi’nde iktidar adına dahası cumhurbaşkanı adına karar verme gücü olan en etkili iki kişi; Dışişleri Bakanı Fidan ve MİT Başkanı Kalın olduğu,  basına verilen fotoğrafta da anlamak mümkün. Devletin bu tür saldırılar karşısında ne kadar kararlı olduğunu ve her saldırıya en üste de cevap verileceğini bizzat Dışişleri Bakanı Hakan Fidan tarafından açıklanması karar gücünün kimde olduğunu veya olacağını da ortaya koyuyor.

Hakan Fidan'ın bundan sonra ‘PKK/YPG her yerde hedefimizdir yeraltı ve yer üstü bütün merkezlerin vurulacağını ve üçüncü grupların/tarafların bu alanlarda uzak durulması gerekir’ biçimindeki açıklamasıyla devlet adına operasyonun politik sorumluluğunu üstlenmiş oldu.   Üçüncü taraftan kastedilenler ise özellikle Kuzeydoğu Suriye'de bulunan Uluslararası Koalisyon Güçleri olduğu açıktı. Yapılan 5’li Güvenlik toplantısından sonra Türkiye, Kuzeydoğu Suriye'de içerisinde çok sayıda sivil kurumlarında yer aldığı onlarca yerleşim yerini  vurdu. Böylelikle iktidar, ABD’nin güçlerini dikkate almadıklarını ve belirledikleri hedefleri vurduklarını açıklayarak bölgedeki Uluslararası Koalisyon Güçlerine dolaylı  olarak meydan okuduklarını iç politikaya yansıtılmaya başlandı. Beklenilen şuydu; ABD, Trump döneminde olduğu gibi ciddi bir tepki vermez, birkaç küçük kınama ve uyarı içerikli diplomatik tepkiyle geçiştirir. Sonuçta, Türkiye, NATO’nun önemli bir askeri gücü olup, Kuzeydoğu Suriye’de birkaç yerin bombalanmasına ‘sessiz’ kalınır.

NATO ÜYESİ BİR ÜLKENİN ASKERİ ARACININ BİLEREK VE İSTEYEREK VURMAK BİR İLKTİR

 Ankara’nın Kuzeydoğu Suriye politikasına bütünüyle karşı olan Washington’da tersi bir çıkış oldu. Uluslararası Koleksiyon Güçleri, Türkiye'ye ait bir SİHA uçağını düşürdüklerini açıkladı. Uluslararası Koalisyon Gücünü oluşturan ülkelerin nerdeyse tamamı NATO ülkesi olmaları nedeniyle Türkiye'ye ait bir SİHA'nın vurulmuş olması bir ilktir. ABD Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı tarafında yapılan açıklamalarla Türkiye’ye ait bir SİHA’nın düşürülmesinin kabul edilmesi öylesine sıradan bir çıkış ya da olası bir tehlikeye karşı alınmış bir önlem olmadığı açıktır. Burada SİHA veya F-16 olmasının bir önemi yok. Mesele Türkiye’ye ait bir askeri aracın bilerek ve istenerek doğrudan Pentagon kararıyla düşürülmesidir.

Türkiye ait olduğu bilinen ve Türk Dışişleri bakanlığında kabul ettiği bir SİHA'yı vurmuş olmasının bir kısım askeri ve politik sonuçlarının olacağı açıktır. Türkiye'nin askeri aracını vurarak benim askeri güçlerimin olduğu bölgelere kendi kafanda giremezsin ve müdahale edemezsin. YPG merkezi Suriye Demokratik Güçleri, benim ittifak gücümdür onlara yapılmış olan saldırıyı kendime yapılmış olarak görürüm. Yani Türkiye'nin saldırıları devam ederse buna benzeri askeri eylemlerin olabileceğine dair bir mesaj içermektedir.

TÜRKİYE'NİN KUZEYDOĞU SURİYE'YE YÖNELİK YAPTIĞI OPERASYONUN POLİTİK SONUÇLARI ÇOK DAHA SARSICI OLACAKTIR

Birincisi, Türkiye'nin yaptığı askeri operasyondan politik olarak kazançlı çıkması oldukça zor görünüyor. Ankara’nın Kuzeydoğu Suriye'ye yapmış  olduğu hava saldırı, Türkiye-ABD ilişkilerini ciddi oranda sarsacağı açıktır.

İkincisi, Türkiye ile NATO ilişkileri eskisi gibi olmayacaktır. Her ne kadar Koalisyon Güçleri doğrudan NATO’yu temsil etmeseler de, başta ABD olmak üzere tamamının NATO üyeleri olması nedeniyle Ankara ile Brüksel/NATO arasında derin bir kriz kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.

Üçüncüsü, Türkiye'nin Kuzeydoğu Suriye'de askeriye hedeflerden çok sivil alanları vurması nedeniyle Birleşmiş Milletler tarafından uyarılması da dikkat çekicidir.

 Dördüncü, Rusya her ne kadar, Türkiye'nin saldırısına karşı açık bir tutum almamış olsa da, Qamışlı ile Şam'ın bir araya gelmesi gerektiğine ilişkin yaptığı açıklama dikkat çekicidir. Bu nedenle Türkiye'nin gerçekleştirdiği saldırı karşısında Şam ile Qamışlı arasındaki politik ilişkilerin artmasına paralel olarak önümüzdeki dönemde askeri güçlerini birleştirilmesi daha güçlü bir şekilde gündeme gelebilir.

Beşincisi, Bağdat ile Ankara ilişkilerinin fiilen bir kriz içinde olduğu dikkate alındığında, operasyonların Irak’ı da kapsaması nedeniyle bu krizi çok daha derinleştireceğini söyleyebiliriz.

 Altıncısı, İran, Türkiye'nin Irak’a ve Suriye'ye yönelik yaptığı operasyonlara hiçbir şekilde sıcak bakmadığı biliniyor. Ankara ile Tahran’ın bölgesel çıkarları oldukça bir birine terstir. Bu nedenle Kuzeydoğu Suriye’ye yönelik saldırı İran için kabul görülmez.

Yedincisi, Bu saldırıların Arap dünyasında da bir karşılığının olmayacağı açıktır.  Arap Birliği’nin Suriye’ye yeniden üyeliğe aldığı ve Esad’ın son toplantıya katıldığı dikkate alındığında, Suriye’ye yapılan her saldırı Arap dünyasına yapılmış olarak kabul görülmesi kimseye sürpriz gelmemelidir.

Sekizincisi, Ankara’nın ‘kendi güvenliğini koruma’ iddiasıyla başlattığı operasyon tersine Türkiye'nin ekonomik politik ve uluslararası ilişkilerdeki rolünü çok daha zorlaştıracağı açıktır.  Türkiye bu askeri operasyonla Kuzeydoğu Suriye'de bir kısım enerji ve ekonomik merkezleri hedefleri vurarak belirli bir sonuç elde etse de ve bunu iç politikada kullansa da bölgesel ve uluslararası ilişkilerde bir kazanıma dönüştüremeyeceği tersine yeni politik krizlerle karşı karşıya kalacağı görülüyor. Türkiye’nin çok acilen doğrudan yatırıma ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bu tür askeri operasyonlar uluslararası sermaye için güven sorunu yaratmaya devam edecektir.

Dokuzuncusu, Ankara’nın başlattığı hava saldırılarının doğrudan PKK'nin Kandil’deki askeri merkezlerine yönelik olmaktan çok Kuzeydoğu Suriye'nin açık alanlarını hedef alması, uluslararası ilişkilerde inandırıcılığı ve kabul görmesi pek mümkün değil. Böylelikle Türkiye yeniden 'değerli yalnızlık' politikasına dönme olasılığı,  ekonomik faturayı çok daha fazla ağırlaştıracaktır.

İç politikada yaşanan sorunlara ek olarak yeniden bölgesel çatışmanın körüklenmesi,  izlenen ekonomik politikanın başarısızlığını yol açmasının faturası kime çıkacaktır.

Soylu, bakan olduğu döneminde ‘Türkiye’de birkaç terörist kaldı, onların ayakkabı numaralarını dahi biliyoruz’  gibi sık sık yaptığı açıklamalardan sonra, Ankara’nın merkezinde doğrudan Emniyeti hedefleyen saldırı girişimi, sarsıcı bir etki yarattı denebilir. Hem İstihbaratın önleyici bir rol oynayamamasına hem de Ankara gibi son derece yüksek güvenlik bir şehirde saldırının gerçekleşmiş olmasına karşı, devlet refleksi yine çok yönlü hesaplanmamış  ‘şok’ kararlar alarak Kuzeydoğu Suriye’yi hedef alması, sorunu çözmeyecektir.

Ankara’nın başlattığı çok kapsamlı hava harekâtı, ne ABD’nin güvencesinde olan ne Kuzeydoğu Suriye’deki özerk yapıyı ortadan kaldırır ne de Şam karşısında istediği sonucu elde edebilir. 

Türkiye, bu süreçten sonra iki hususla karşı karşıya kalabilir:

Bir, İdlib, Afrin ve El Bab bölgelerini, Rusya denetiminde Şam’a bırakmak zorunda kalabilir.

İki,   ABD üzerinden, PYD’nin merkezde olduğu Suriye Demokratik Güçlerinin açıktan PKK ile askeri ve politik ilişkisini kestiğini ilan etmesini talep edebilir. Bunun karşılığında SDG ile aşamalı olarak politik ilişki kurmanın önünü açabilir.

Aksi takdirde Ankara’nın en üst düzeyde gösterdiği askeri ve politik tepkideki başarısızlığın faturası Dışişleri Bakanı Fidan’a kesilir.