Geçtiğimiz Haziran ayı uluslararası ilişkiler açısından çarpıcı bir ay oldu. G7 Zirvesi ile başlayan maraton, ardından NATO Zirvesi, ABD ile AB’nin zirve toplantısı ve son olarak ABD Başkanı Joe Biden ile Rusya Lideri Vladimir Putin’in buluşması ve AB Liderler Zirvesi olarak devam etti. Zirvelerde işbirliğinden ortak güvenlik algısına çeşitli konular konuşulurken, Türkiye açısından da önemli bir unsur ortaya çıktı: Türk dış politikasında zaten çıkmasının mümkün olmayacağı Batı kanadı içinde yer alma sinyalleri bu kez yüksek perdeden verildi.

TÜRKİYE AÇISINDAN ZİRVELERDEN ÇIKAN SONUÇ

Türkiye açısından özellikle AB-ABD ve NATO zirvelerinden çıkan en önemli sonuç, Avrupa ve ABD’nin vazgeçilmez işbirliğinin onanmasıdır. Nitekim, eski ABD Başkanı Donald Trump döneminde NATO’nun etkisi aşağı çekilmiş bir izlenim ile karşılaşan AB liderlerinin, Biden yönetiminin dümeni yeniden devralmasıyla silkelendiği anlaşılıyor. Biden’ın iktidara geldiğinde geliştirdiği insan hakları ve demokrasiyi küresel ilişkilerin başına koyacağı ve bu bağlamda otoriter ve demokratik rejimlerin mücadelesinin kaçınılmaz olacağı söyleminin de bu zirvelerde hayata geçiriyor oluşuna dair bir görüntü ortaya çıktı.

Burada Biden’ın AB liderlerini özel ikna süreci oldu mu bilinmez, ancak hem NATO bildirisinde, hem de AB-ABD bildirisinde dikkat çeken husus, özellikle Çin’e -ve elbette Rusya’ya- karşı kaçınılmaz bir Batı ittifakının varlığını ortaya koymaktı. Öyle ki, "NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti" çıkışının ardından şimdi Fransa’nın bile kabul ettiği, artık üye ülkelerin saflarının sıklaşması bağlamında güçlendirilmiş bir NATO’dan söz etmek çok da yanlış olmayacak. NATO üyesi Türkiye’nin de böyle bir ittifakın dışında kalması kendi dengelerini muntazam ölçüde bozacağından, virajı sağlam şekilde alması gerekiyordu.

Türkiye açısından en önemli an ise NATO zirvesi sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Joe Biden ile yarım saatlik görüşmesi oldu. Görüşme ardından Beyaz Saray’dan en ufak bir açıklama yapılmazken, sadece görüşmelerin olumlu geçtiğine yönelik bir izlenim oluşturuldu. Bir de Türkiye’nin özellikle mesele ettiği, ABD tarafından 24 Nisan’da alınan 1915 olaylarının ‘soykırım’ olarak tanınması kararının, görüşme sırasında gündeme gelmemesi, aradaki ilişkinin daha ılımlı bir iklimde gerçekleşmesini sağladı. Kısacası, Türkiye Joe Biden ile görüşmeyi öylesine önemsiyordu ki, ABD Başkanı ile bir fotoğraf karesinde yan yana yer almak ve ABD iyi ilişkiler içinde olunduğuna dair bir intiba bırakmak daha önemli hale gelmişti.

TÜRKİYE’NİN YANSITTIĞI DIŞ POLİTİKA EĞİLİMİ

Bu zirveler sırasında Türkiye’nin yansıttığı dış politika eğilimi de, mevcut dış politikasında keskin bir viraj aldığını gösteriyor. Biden’ın Çin’i -ve Rusya’yı- çerçevenin dışında bırakarak demokrasi ve insan hakları şemsiyesi altında bir ittifak kurma çağrısına direkt yanıt veremeyen Türkiye, stratejik bağlamda işbirliğini sürdürebilmek için önemli gördüğü bir kaç hususta dış politikasında yeniliklere gidiyor. Bunlardan birincisi Doğu Akdeniz’de ılımlı görülebilecek hamleleri göstermesi ise, ikincisi de sorunlu olduğu NATO üyesi AB ülkeleri ile arayı düzeltme hareketleridir. Yunanistan, Kıbrıs ve Fransa ile geliştirilen ilişkiler ve son dönemde yapılan ılımlı görüşmeler bunun bir sonucu olarak okunabilir.

Diğer önemli meselelerden biri ise ABD’nin ayrılmasıyla beraber, Türkiye’nin Afganistan’ın Kabil kentinde bulunan uluslararası havalimanının yönetimini devralmaya gönüllü olmasıdır. Afganistan’da yapılacak olan bu hamlenin Türkiye’ye ne katacağı ya da uzun vadede Türkiye’den en götüreceği, dış politika yapıcıları arasında iyi hesaplandı mı bilinmez ama bu gönüllülük hamlesinin nedeninin ABD ile ilişkilere vitamin etkisi vermek olduğu açık. Diğer bir deyişle, Türkiye ABD’nin karşısında yer almamak için ihtiyaç duyduğu işbirliği artırıcı etkiyi Afganistan’da misyon üstlenerek buluyor.

Konu ABD ile ilişkiler olunca, üstüne konuşulmadan geçilmeyecek bir başka konu ise kuşkusuz Rusya’dan alınan S-400 konusudur. Türkiye, son dönemlerde ABD ile ilişkilerini geliştirmeye çalışırken ayağına dolanan S-400’leri bir anda gözden çıkarması elbette beklenemez. Hem ortaya dökülen maliyeti hem de kaçınılmaz bir şekilde Rusya’nın S-400'leri iadesini kabul etmeyeceğini düşünürsek Türkiye için zorlu bir sürecin başlangıcı olabilir. Böyle bir durumda Türkiye’nin iki ülkeyle de ilişkilerini sürdürmeye ihtiyacı var. Ancak S-400’lerin hala aktive edilmiş olmaması ve akıbetinin ne olacağına dair hala bir öngörünün konulamıyor olması da Türkiye’nin S-400’leri alırkenki politikasından bugün bir nebze de olsa sapma ortaya koyduğunu gösteriyor.

Tüm bunların yanı sıra, zirvelerden biraz daha önceye gidersek, Doğu Akdeniz'de artan tansiyonun düşürülmesine yönelik gemilerin demirlenmesi, çok taraflı görüşmelerin yapılması; Libya sorununda daha ılımlı bir tutuma girilmesi ve yapılan deniz yetki anlaşmanın üstünde eskisi kadar durulmaması; Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkileri onarmaya yönelik adımlar; Yunanistan ile yapılan ikili temaslar; Fransa ile kızışan ilişkilerden sonra yine ortamı ılımlaştırıcı ikili görüşmeler… Tüm bu gelişmeler Batı ile uzlaşma zeminini yaratma adımları olarak ele alınabilmektedir.

Peki Türkiye’nin bu dış politika eğilimini AB ve ABD nasıl ele alıyor? Biden’ın 1915 konusunu görüşme sırasında gündeme getirmemesi, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un NATO zirvesi önceki ikili görüşmesi gibi hususlar daha müzakereci bir tavırla Türkiye’ye yaklaştıklarını gösteriyor. Türkiye açısından uluslararası zirvelerin sonuçlarının bize anlattığı da aşağı yukarı bu.

İÇ POLİTİKAYA YANSIYANLAR

Dış politikada bu virajlar alınırken iç politikaya bu durum nasıl yansıyor? Aslında içeriden bakıldığında herhangi bir değişimden bahsetmek güç. Hem söylem olarak bu böyle hem de iç politika hamlelerinde durumda pek bir değişiklik yok. Hükümetin söyleminde işaret edilecek mühim noktalar göze çarpmıyor. ABD ile görüşmeye gitmeden önce Erdoğan’ın 1915 olaylarının “soykırım” olarak tanınması konusunda Biden’a hesap soracaktı, söylem yine yüksek perdeden verilmişti. Rusya’dan alınan S-400’lerden vazgeçilmediği söylemleri de hala devam ediyor. Yeni bir söylemin geliştirilmediği AB ile ilişkilerde iyileştirici adımların içeriye yansıdığından söz etmek de olanaksız. AB’ye Tükiye’nin üyelik hali ise neredeyse unutturuldu.

Bir diğer nokta ise iç politikada hükümetin en bastırdığı konulardan biri olan insan hakları konusu. Biden’ın demokrasi ve insan hakları etrafında kurmak istediği ittifakı konusunda sessizliğini koruyan Türkiye, dış politikadan ödün veriyor ve vermeye de devam edecek gibi görünüyor. Ancak içerideki insan hakları sorununa değinen politikalar geliştirmeyi aklına getirmiyor. Yine de ilerleyen günlerde, dış politikada çok sıkışan bir Türkiye görürsek, içeride özellikle Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş davalarının yeniden hükümet gündemine geleceği kaçınılmaz olabilir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin son dönem dış politikası mevcut iç politikasına yansımıyor olsa da, Türkiye dış politikada kendi öz kimliğine yeniden dönme göstergeleri verdiği açık. Fakat önemli olan, bunun artık bir dış politika tercihi olmasından ziyade kendi kısıtlılıkları ve stratejik açıdan kaldığı yalnızlık içerisinde alınmış zorunlu bir karar gibi görünmesi. Nitekim yaklaşık 70 senedir NATO üyesi olan, aynı zamanda Avrupa İşbirliği Teşkilatı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi üyesi olan Türkiye’nin, ABD ile işbirliğini güçlendirip NATO’nun hala güvenilir bir ortağı olduğunu kanıtlaması ve böylece Türkiye’ye yönelik olumsuz Batı algısını düzeltmesi için bazı keskin virajları alması gerekiyor. Ancak bunu yaparken Rusya faktörü hep masasında duracaktır.