Farkındasınızdır. Özellikle 28 Mayıs seçimlerinin ardından Türkiye’de toplumsal muhalefet yavaş yavaş gelişiyor. Akbelen ya da sağlık çalışanlarının iki günlük grevleri hepimizin gözümüzün önündeki bir örnek. Ancak basına yansımayan ya da az yansıyan başka örnekler de var. Gaziantep’te bir fabrikadaki tekstil işçileri bir hafta greve çıktılar, istediklerini elde ederek bugün tekrar iş başı yaptılar. Küçük bir internet taraması ile bu örnekler artırılabilir.

Dikkat ederseniz, bu toplumsal muhalefetin bir önderi, örgütlü bir gücü yok. Ama sanki yıllardır örgütlü bir sendika ya siyasi parti yönetiyormuşçasına organize ve örgütlü hareket ediyorlar.

İşte bu ‘öndersizlik’ durumunu masaya yatırmamız gerekiyor. Eninde sonunda, ne kadar güçlü ve kısa vadede istenen sonuçları elde etmiş de olsa, örgütlü bir yapıya dayanmayan ve buna bağlı hedefler ortaya koyamayan hareketler sönümlenmeye mahkumdur. Bunun en somut örneğini Haziran ayaklanması ya da Gezi eylemleri olarak bildiğimiz süreçtir.

Oysa terazinin diğer tarafında, en azından kağıt üzerinde, bu hareketlere önderlik edebileceğini düşündüğümüz yapılar bol miktarda var. Ülkemiz siyasi partiler cenneti. Yargıtay’da kaydı bulunan siyasi parti sayısı yüzün üstünde. Sendikalar deseniz aynı şekilde. Her iş kolunda iki, üç, hatta yer yer daha fazla sendika bulunuyor. Demokratik kitle örgütlerine girmiyorum bile.

Peki, nasıl oluyor da, örgütlü mücadele araçları bu kadar fazlayken, örgütsüz hareketler gündem oluyor ve yer yer başarı elde ediyor.

Soruyu tersten soralım. Var olan ister siyasi parti, ister sendika isterse demokratik kitle örgütleri neden bu toplumsal hareketin gerisinde kalıyorlar.

Önce, hepimizin bildiği ön kabulü koyalım. AKP iktidarı, sadece siyasal iktidar olmakla kalmadı, kendi istediği toplumsal dokuyu yaşama geçirebilmek için kendi yandaşı sendika ve demokratik kitle örgütlerini üretti ve diğerlerine yaşam hakkı tanımadı. Kendi sendikası, kendi demokratik kitle örgütleri aracılığı ile istediğini alma yoluna gitti. En son kendi barosunu üretmek istedi, Antalya Barosu ve dönemin Antalya Barosu Başkanı Polat Balkan’ın da öncülüğünü yaptığı sert bir direnişle karşılaştı. Çoklu baro yasasını geçirdi ama yandaş baroları üretemedi. Benzer uygulamayı meslek odalarında yapmak istedi ama orada da sert direnişle karşılaştı. Eğitim düzeyi yükseldikçe, iktidarın yandaş üretmesi de zorlaşıyor. Bu da başka bir yazı konusu aslında.

İktidarın bu hamlesine karşılık siyasi partiler, sendikalar, sivil toplum örgütleri ne yaptı? Örneğin, sendikalar, üyeleri birer birer iktidar yanlısı sendikalara geçerken hangi tedbirleri düşündüler? Gerçekten sorunu masaya yatırıp gerçekçi değerlendirme mi yaptılar; yoksa “iktidarın gücünü kullanıyorlar” kolaycılığına mı kaçtılar? Yoksa, bu durumu masaya yatırmak yerine, kendi söylemleri, hedefleri ile üyelerinden uzaklaştılar mı? İktidar partisinin sendikasına geçmeyen ama kendisini var olan yapıda ifade edemeyen üyelerinin ayrılıp başka bir sendika kurmasının yolunu mu açtılar?

Özetle, kendi konfor alanlarını mı yarattılar?

Somut örneklerden gidecek olursak, CHP belediyelerinde örgütlü işçiler arasında var olan çelişki, aslında patron olan belediye yönetimi ile değil, DİSK ile Türk – İş’e bağlı sendikalar arasında yaşanıyor. Aynı şekilde, yine belediyelerdeki memurlar arasındaki rekabet de KESK ile Birleşik Kamu İş’e bağlı sendikalar arasında. Bu sendikalara baktığımızda, CHP belediyeleri dışında bir alanda göremiyoruz kendilerini. Örneğin, AKP belediyelerinde yoklar. Evet, biliyoruz, burada örgütlenmelerine izin verilmiyor. Ama buralarda örgütlenmek için bir çaba da göremiyoruz. Ya da kamu kurumları dışında özel sektörde sendikalara rastlamak çok zor oluyor. Örneğin, turizm sektörü. Turizmde otel sahiplerinin kurdurduğu, adını bile bilmediğim bir sendika var. Patronlar ne derse onu kabul ediyor. Peki buna karşılık , turizm iş kolunda çalışan sendikalar buna karşılık bir mücadele aracı mı geliştiriyorlar, yoksa sadece “patron kendi sendikasını kurdurdu” diyerek şikayet mi ediyorlar?

Siyasi partilere bakacak olursak, yine belediye örneğinden gidelim. Belediye başkanları, hangi sendika ile rahat çalışacağını düşünüyorsa, onun önünü açıyor ve kendi krallığında, majestelerinin sendikalarına izin veriyor. Merak ediyorum. Siyasi partilerin genel merkezlerinde çalışanlar acaba sendikalı mı? Ya da, bugün mecliste, daha önce otel patronlarının örgütünün başkanlığını yapmış bir CHP milletvekili var. Bu vekil aynı zamanda biz dizi otelin patronu. Kendisi bu konuda ne düşünüyor?

Hasılı, AKP’nin majestelerinin örgütlenmesine karşılık muhalefet de, “bize yaşam hakkı tanımıyorlar” cümlesinin arkasına sığınıp, konfor alanlarını kaybetmek istemiyorlar. Böylece bir ‘al gülüm, ver gülüm’ anlayışı devam ediyor.

Toplumsal muhalefeti yönetmesi gerek yapılar bu durumda olunca, toplumsal muhalefet örgütsüz olarak ve var olan örgütlerin önünde bir politik bilinç ve eylem sürecine kendiliğinden giriyor.

Konfor alanlarımızdaki keyfimiz yetmedi mi?

Biraz da örgütsüz toplumsal muhalefeti örnek almasak mı?