Başlangıçta yalnızca hidrojen vardı der Hoimar von Ditfurth evrimi açıklayan serinin ilk kitabında. Bizdeki tartışmalar da böyledir. İlla ki başına gitmek isteriz. Bir asır öncesi ile hesaplaşmaya, helalleşmeye hazır ama nedense(!) on yıllık geçmişle hesaplaşmaya kendini hazır hissetmeyen siyaset erbabı ne kadar garip. Ölenlerin üstünden, suskunların dili olmaya çok hevesli ama dirilerin yükünü dillendirmekte bir o kadar çekingen bir grup insan.
Uzun yıllar felaket gibi gösterilip, aşağılanan ama herkesin yapılamadığı için şikâyet ettiği koalisyonun ittifakı ilk kurulduğunda kimsenin aklına en büyük derdin “helalleşme” olacağı gelmemişti. Kılıçdaroğlu, alçakgönüllü, sakin, munis, işbirliğine yatkın, insanların özel hayatına karışmayan yapısı ile ideal bir birleştiriciydi.
Helalleşmeden bahsederken; Dersim, Rojova, 6-7 Eylül olaylarını kastettiği algısıyla “Aman ne olacak? Bildiğin tartışmalar işte” havası hem ittifaka davet ettiklerini hem de ülkenin liberallerini(!) hiç rahatsız etmedi. “Gençlerin demokrat amcası bunlarla uğraşacak, ne güzel bir cumhurbaşkanı olur.” Düşüncesi ile “tabi ya helalleşelim” fikri, iyi de destek buldu. Ta ki o bürokratlara “ayağınızı denk alın” açıklamasına kadar.
Bir anda ayaklar buz gibi suya değdi. Hele, Cumhur İttifakı’nın, uluslararası sermayeyi ortak ettiği devasa rant projesi Kanal İstanbul’un çökertilmesi, bir anda dehşete düşürdü. “Devri sabık yaratmak” gibi intikam duygusu uyandıran bir cümle yerine, Türkiye sağının kullanmaktan çekinmediği “helalleşme” kavramının geçmesi, büyük bir şok yarattı. Helalleşmeyelim dense olmuyor, haydi helalleşelim dendiğinde fatura kaldırılmayacak hale geliyor.
20 yıl, ittifak üyeleri dâhil tüm siyasetçilerin kıyısından köşesinden bulaştığı; ama ekonomik ama sosyal rantından faydalandığı bir dönemle helalleşmek ve bunu CHP’li bir başkanla yapmak çok ürkütücü geldi siyasetçilere. Koşulları, açıkça; halkı soymayı, sahibi belirsiz(!) firmalara milyarlarca doları aktarmayı, uzun yıllar kapitülasyon ayrıcalıkları içeren sözleşmelere, sahip çıkılmaya başlandı. Ki aynı günlerde yoksul halkın tapulu evleri, aynı gruplar tarafından yağmalanır, hakları ellerinden sökülürken. Devletin devamlılığı 5’li çete hakları için şarttı ama yoksul için olmasa da olurdu.
1980’den bu yana, eski emniyet müdürlerinden, bakanlardan, mafya artıklarından, yastık altı zengini siyasetçilerden, onlara eklenen alnı yerden kalkmaz dinbazlardan oluşan bir avuç insanın yarattığı rezil ortamı soruşturmak, çaldıklarını geri almak, neden korkutur ki bir siyasetçiyi? Eğer dahliniz yoksa herhangi bir suçun araştırılmasından neden korkar insan? Boşverin devasa olayları, gündelik yaşamınızdan alıp, kendinize sorun: "Ben olsam korkar mıyım? Ya da neden korkarım?" diye.
Ben sordum ve dedim ki isteyen araştırsın. Peki, neden korkardım? Eğer o bir avuç hırsız, uğursuz, katil ile ilişkim varsa, ihalelerden pay aldıysam, pay alanlarla ortaklık yapmışsam, siyasetimi onlar finanse ediyorsa, TÜSİAD – MÜSİAD ile akçeli işim varsa, işlediğim suçlar hakkında ellerinde kanıt tutuyorlarsa… Evet, o zaman korkardım. Ve derdim ki “Devlette devamlılık esastır. Haydi! Yoksullar, emekçiler, sıfırdan başlayalım. Hayatınızdan, çocuklarınızın geleceğinden çalınan her şeyi unutun. Devlette devamlılık esastır, sopasıyla ses çıkartamadığınız yoksulluk devam etsin.
Herkesin dilinde; özgürlük, namus, haysiyet, kutsal devlet, şeffaf siyaset… Tamam o zaman, haydi yapalım dendiğinde de “İnşallah, günü gelince.” Bırak inşallah demeyi Müslüman, şu eteğindeki taşları bir dök de görelim. Kimin eli ne kadar temiz bilelim.
Ne dersin hep: Allah’ın bildiğini kuldan saklamayalım.