İkinci dünya savaşından sonra, ABD ve NATO için Sovyetler Birliği’ne sınır olan Türkiye’nin jeopolitik konumunu son derece önemliydi. Coğrafik yapısıyla, toplumun dini tercihleriyle, tarihsel ve kültürel özellikleriyle ön plana çıkan Türkiye, ABD’nin Avrasya ve Ortadoğu politikasının uygulanma sahasının en önemli merkezlerinden biriydi.
Ortadoğu’da ABD ile Sovyetler arasındaki egemenlik çatışmasında, 1979’da İran’da Şah iktidarının yıkılması, Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali, Türkiye’nin jeostratejik konumunu çok daha ciddi oranda arttırdı. ABD’nin politik uzmanları Türkiye’nin önemini “stratejik bir hazine” olarak değerlendirdiler. Reagan tarafından ABD Dışişleri Bakanlığına atanan Alexander Haig’in, “Türkiye yeri doldurulamayacak bir ülke ve yaşanan gerçeklik içinde onun ne pahasına olursa olsun desteklenmesine değer” biçimindeki yorumu, Türkiye’nin bölgesel alandaki önemini yansıtıyordu.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD’nin Ortadoğu politikalarında bir kısım değişiklikler yaşandı. Bir dönem Sovyetler Birliği’ne karşı desteklenen, ekonomik ve politik olarak bir güç haline getirilen Ortadoğu ülkelerindeki radikal politik İslamcı güçler/örgütler bu kez düşman kategorisinde görüldü. Türkiye’nin stratejik konumu da, değişen uluslararası güç dengelerine ve bölgenin ihtiyaçlarına bağlı olarak yeniden planlandı. Türkiye’nin bölgedeki jeopolitik konumu, NATO tarafından belirlenen küresel askeri konsepte göre yeniden tanımlandı. ABD’nin Dışişleri eski Bakan Yardımcısı Holbrooke’un da dediği gibi, “Avrasya bölgesinde Amerika için önemli ne kadar olay varsa, hepsinin ayrım noktasında Türkiye duruyor. ”
ABD’nin eski Ticaret Bakanlarından-hayatta değil- Ron Brown, Türkiye’nin ABD için önemini şu cümlelerle açıklamıştı: “Birleşik Devletler, Türkiye’nin hem stratejik hem de ekonomik alanlarda büyük önemini hiçbir zaman aklından çıkarmadı. Türkiye, NATO içinde başlıca ortaktır ve demokratik, laik ve Müslüman bir ülke olarak böylesine çabuk başkaldıran bir bölgede önümüzdeki yıllarda şimdikinden daha önemli olacak…” Özellikle ‘Büyük Ortadoğu Projesi'(BOP) kapsamında Türkiye’nin önemine özel bir vurgu yapılmaktaydı.
ABD’nin Ortadoğu’da izlediği yeni küresel politikanın ana hedeflerinden biri, belirlenen strateji içerisinde İslam’ı yeniden tanımlamak ve konumlandırmaktı. 1997 yılında yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi raporunda, Türkiye için şöyle denilmektedir: “Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejik çıkarları, demokratik, laik, Müslüman ve Batı yanlısı istikrarlı bir Türkiye devletinin varlığını gerektirmektedir… Türkiye’nin, kendisini Batı’yla iç içe geçiren güçlü bağları ve dünyanın en hassas bölgelerinden birinde bütün stratejik çıkarlarımızda bizimle dayanışma içinde olması gözden kaçırılacak şeyler değildir.” Bu politik değerlendirmenin daha sonraki stratejik adı: Ilımlı İslam oldu.
Refah Partisi-Doğru Yol Partisi hükümet ortaklığı dönemde, ABD Dışişleri Bakanlığı temsilcisi Burns, Erbakan hükümetine parlamentoda güvenoyu verilmesinin hemen ardından yapmış olduğu bir açıklamada “Türkiye ile ilişkilerimizin devam etmesi için bir şart olarak, laikliğin sürmesinin gerekliliğini söylediğimizi sanmıyorum” diyerek, ABD’nin politikalarına ilişkin bir mesaj vermişti.
Bir CIA uzmanının yaptığı değerlendirme oldukça dikkat çekiciydi: “İslam hayatının Türk davasına ne kadar bağlı olduğunu görmemek kabil değildir. Dünyanın her tarafına yayılmış olan İslam aleminin, inkılapçı ve modern İslamlığı temsil eden Türkiyesiz bir mana ifade etmeyeceği açık bir hakikattir. Farzı mahal olarak İslam milletleri, vaktiyle İtalya ve Almanya’nın yaptıkları gibi bir birlik teşkil etmeye muvaffak olsalar, bunun sebep ve amilleri Türkiye’den başka bir yerde aranmamalıdır…” 21. yüzyıla girerken, bu görüş, Amerika’nın Ortadoğu politikası bakımından Türkiye için güncelliğini halen korumaktadır.
ABD’nin, Ortadoğu’daki egemenliğini süreklileştirmek ya da pekiştirmek için bölgesel düzeyde geliştirdiği ‘ılımlı İslam’ politikasının uygulanma alanının öncelikli ülkelerinden biri Türkiye oldu. Bu politikayı hem Ortadoğu’da hem de Türkiye’de etkin kılmak için; birincisi tüm Müslümanlarca kabul gören, Vatikan’daki papalık kurumuna benzer “İslam Halifelik Kurumu”nun oluşturulması ve bunun merkezinin Türkiye olması. İkincisi, Türkiye’de cemaatlerin desteklenmesiydi.
Clinton Endonozya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında bu düşüncelerini çok açık bir tarzda ifade etti: “Batı dünyası ile İslam dünyası arasında bir barış ve diyalog kurulmasına engel olan şey bir kanal eksikliğidir. İslam dünyasının başı (Halifesi) yok. Hıristiyanlığın Papalık gibi bir kuruluşu var. İslam dünyasının bu eksikliği, aklına esen her teşkilatın kendini İslam dininin temsilcisi, lideri olarak ortaya atmasına yol açıyor. İslam dininin gerçek bir lideri(Halifesi) olsa, onu Beyaz Saray’a çağırır diyalog başlatırdık.” ABD’nin planına göre eğer ‘İslam Halife’ kurulursa bunun merkezi Suudi Arabistan değil Türkiye olacaktı. ABD’nin buradaki stratejik hedefi, böylesi bir kurum aracılığıyla bütün İslam dünyasını kontrol altına almaktı. F. Gülen’in de, ‘dinler arası diyalog’ adı altında papa ile görüşmesi, elliyi aşan ülkede açtığı okullarla “İslam misyonerliğine’ soyunması, uygulanmak istenen stratejiyle doğrudan ilişkiliydi.
Türkiye’deki cemaatlerin durumunu değerlendiren CIA’nın eski masa şefi Paul Henz şunları söylüyor: “Eski Sovyetler’de püriten Vahabi doktrinler, kirlenmeye ve materyalizme karşı panzehir olarak yaygınlaştı. Bunların soğuk savaş sonrasındaki demokratik düzenlerde nasıl bir tavır alacakları henüz belli değil… Said-i Nursi’nin öğrencileri olan Nurcular, bilim, modern bilgi ve ciddi modern eğitimin, geleneksel olarak İslam’da bulunduğunu savunuyorlar. Türk aydınlarının Nakşibendiler konusundaki kaygıları yapaydır. Türkiye’nin doğusunda ve kasabalarında yaygın olan Nakşibendiler, eski Sovyetlerde ve İslam dünyasında oldukça güçlüdürler. Gerici değillerdir. Nakşibendiler, eski Sovyetlerdeki bağımsız Türki Cumhuriyetlerde ortaya çıkan girişimci sınıflar için doğal bir bağlantı noktası işlevini görmektedirler…”
ABD’nin temel politik yaklaşımlarını ortaya koyan bu görüş açısı aynı zamanda Türkiye’deki cemaatlerle ABD arasındaki ilişkiyi de dışa vurmaktaydı. Cemaatlerin böyle önlenemez bir hızla gelişmesinin en önemli faktörlerinden biri, ABD’nin 1946’dan bu yana izlediği İslam politikasıdır.
Washington Uluslararası Stratejik Enstitüler Merkezi eski uzmanlarından Brad Roberts, Türkiye’de komünizme karşı İslam’ın desteklenmesine ilişkin şunları ifade ediyor: “ABD’nin Türkiye’ye bakışında İslam’ın yükselen sesini, komünizme karşı basit bir kalkan olmaktan daha kapsamlı bir çerçevede düşünülmesi” uyarısını yapmıştı. İslam’ın toplumsal yaşamın bütün alanlarına müdahale etmesi gerektiğini belirtirken de: “…dindar kitlelerin siyasete, iş yaşamına, bürokrasiye, orduya, öğretmenliğe doğru çekilmesi modernizasyon süreci için önemli bir adım olabilir” diyor. ABD Temsilciler Meclisinde alınan bu karar, ABD’nin dini, bölgesel çıkarları için hangi biçimlerde kullandığına dair somut bir fikir vermektedir. 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle de Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar’da etnik ve dinsel çatışmaların yoğunlaştığı dönemde, ABD, ‘radikal’ yerine ‘ılımlı’ İslam politikasını ön plana çıkartması da belirlenen stratejiyle ilişkilidir.
Şu noktaya dikkat çekmekte yarar var: Küresel güçlerin her zorluğa rağmen uygulamada ısrar ettikleri, ‘Yeni Ortadoğu Düzeni’ projesi ile Türkiye’de İslamcılığın geliştirilmesi arasında doğrudan ilişki bulunmaktaydı. Bu proje “Batı değerleriyle uyumlu, demokratik ilkeleri benimsemiş ‘Ilımlı İslam’ merkezli yeni bir düzenin kurulmasıydı. Bu stratejinin pratik deneme yani uygulama alanı ise Türkiye olacaktı. Bu nedenle İslami gelenekten gelen ama demokrasiyle barışık olduğu düşünülen Abdullah Gül-Recep Tayip Erdoğan- Bülent Arınç- Abdüllatif Şener dörtlüsü üzerinden Yeniden Refah Parti’sinden kopuş süreci başlatıldı ve 20 yıldır iktidarda olan bugünkü AKP oluşturuldu.
ABD ve AB, ‘Ilımlı İslam’ politikasını AKP üzerinden yaşama geçirmek için ortak bir karar aldılar. AKP’nin iktidar gücü haline gelebilmesi için politik ve ekonomik olarak gerekli bütün destek verildi. ABD, ‘Ilımlı İslam’ın yaşam bulması için de özellikle Gülen Cemaati başta olmak üzere sisteme uyumlu bütün cemaatlere sınırsız ve koşulsuz destek verildi.
AKP’nin 2013 yılına kadar izlediği siyaset, küresel güçlerin belirlediği stratejiye uygundu. Bu nedenle Erdoğan, AKP’yi Avrupa’daki ‘Hıristiyan Demokrat Partilere’ benzetiyordu. ABD ve AB, Ilımlı İslam politikasını uygulayan Türkiye’yi, Avrupa Birliği’ne dahil etmeyi planlayarak, bir bakıma Şeriat ile yönetilen Ortadoğu ülkelerine model bir örnek olarak sunmak istediler.
2012 yılından itibaren Suriye’de başlayan ‘yeni’ süreç, AKP’nin ‘ılımlı İslam’ politikasını terk etmesiyle sonuçlandı. Aynı şekilde bölgedeki ‘radikal’ İslamcı örgütlerle ittifak kurmaya başladı. Ankara’daki iktidar, Suriye’de savaşan radikal İslamcı örgütlere dayanarak, Esad rejimini yıkacağına inandı. Washington ise, radikal İslamcı örgütlerin Irak, Suriye ve Libya gibi ülkelerde güç olmalarını kendi politik çıkarlarıyla uyumlu görmedi. Daha önce doğrudan veya dolayı desteklediği ‘radikal’ İslamcı örgütleri ‘düşman’ kategorisinde görerek tasfiye kararı aldı.
Ankara’nın ‘Ilımlı İslam’ çizgisine yönelmesini önemseyen ve bu nedenle Türkiye’ye ayrı bir önem veren ABD Başkanı Obama dahi, Ankara’yı ‘radikal’ İslamcı örgütlerle ilişki kurmaması konusunda birçok kez uyardı. Ancak, Washington’un yaptığı uyarıları dikkati almayan iktidar, özellikle Suriye’deki ‘radikal’ İslamcı örgütleri desteklemeye devam ederek, bunlar üzerinden bölgesel ilişkilerde söz sahibi olmak istedi. Böylelikle Ankara, ‘ılımlı’ İslam politikasından fiilen ‘radikal’ İslam politikasına geçti. AKP iktidarının politika değişikliğine gitmesiyle ABD’nin Türkiye’de uygulamak istediği ‘Ilımlı İslam’ politikası fiilen başarısız oldu. Ancak ABD, bu politikadan vaz geçmedi ve ‘Ilımlı İslam’ politikasına geçişi Suudi Arabistan ve diğer Arap körfez devletleriyle yeniden başlattı. Suudi Arabistan merkezli başlatılan sürecin nereye doğru evirileceği bilinmez ama ciddi bir hazırlığın yapıldığı görülüyor. Özellikle Suudi Arabistan, geleceğe yönelik olarak küresel dünya ile kurmak istediği ilişkiyi dikkate alarak, ‘ılımlı İslam’ modelinin politik ve toplumsal alt yapısını çok yönlü oluşturmaya başladı. Körfez ülkeleri kendi politik çıkarları ve gelecekleri için ABD ile birlikte ‘Ilımlı İslam’ politikasıyla devlet yönetiminde yeni bir aşamaya geçmeye hazırlanıyor.
AKP iktidarının ‘radikal’ İslamcılarla ilişkileri devam ettirme görüntüsü vermesi, Ankara’nın bölgesel ilişkilerdeki politik gücünü kaybetmeye başladığına ve bütün çabalarına rağmen ‘değerli’ yalnızlıktan kurtulamadığına dair yapılan analizlerin ciddiye alınması gerekiyor
AKP iktidarı Mayıs 2023 seçimlerde belirli bir başarı elde etmiş olmasına rağmen, Ankara’nın karşı karşıya olduğu ekonomik sorunların ağırlığı artarak devam ediyor. Toplumsal çatışmanın zemini artıyor. Burada iktidarın şu soruya cevap vermesi gerekiyor. Ülkenin politik geleceğine radikal İslamcı ilişkiler mi yoksa demokratik değerler mi yön verecek? Buna karar vererek, uluslararası ve bölgesel ilişkilere yönelmeli, iç politik dengeleri de bu gerçek duruma göre yeniden planlamalıdır.
Cumhurbaşkanına çok yakın olan iki kişi belirleyici önemde bir misyonları var: MİT Başkanlığı döneminde Radikal İslamcı örgütleri çok yakında tanıyan bugünkü Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ve bugünkü MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın politik kararları ve tercihleri Türkiye’nin yönüne belirlemede önemli ölçüde etkili olacaktır.