"Yerel yönetimlerde yaşanan bu süreç genel seçimlerde de kendisini gösterecektir. Çünkü ulusal ölçekte de ihtiyaç duyulan acilen üretim ekonomisidir. AKP de bunun farkında ve bu yönde hamleler yapmaya çalışıyor. Ancak en az bunun kadar önemli bir diğer mesele, üretim ekonomisinin kazanımlarının nasıl dağıtılacağıdır. AKP, bu konuda 17 yıl boyunca nasıl dağıtım yapacağını gösterdi. CHP ise, yine tarihsel mirasından dolayı bölüşüm ilişkilerini tam da sosyal devlet anlayışına göre biçimlendirme potansiyeline sahip görünmektedir."
31 Mart ve 23 Haziran seçimleri, siyaset sahnesinde bir süredir kendisini hissettiren bir makas değişiminin ilk aşaması olarak geçildi. Aslında ilk sinyal 7 Haziran seçimlerinde gelmişti. 7 Haziran ve sonrasında (olağanüstü şartlarda gidilen 1 Kasım hariç) her seçimde iktidar (ve bloğu) güç kaybetmeye devam etmişti. Bu istikrarlı güç kaybı 7 Haziran'da ilk defa somut karşılığını üretti ve başta Ankara, İstanbul ve İzmir olmak üzere 11 Büyükşehir muhalefetin eline geçti. Peki, muhalefeti gölge iktidar haline getiren 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan sonucu sağlayan koşullar nelerdi ve bu değişim devam edecek mi? Bu sorunun yanıtı verebilmek için AKP iktidarını iki farklı zaman çizelgesinde iki farklı zeminde incelemek gerekli. Birincisi, 2002 – 2010 arası AKP iktidarı. Bu zaman diliminde AKP, 90’lı yıllarda yorulmuş ve çözümünü tüketmiş merkez sağ siyasete alternatif yeni bir söylem ve soluk olarak gelmişti. Sanki 80’lerin sonundaki ANAP yeniden canlanmış, o dönemin ekonomipolitiği de yaşam alanı bulmuştu. AKP kadroları bu zemini devam ettirebilmek için de redd-i miras yaparak içinden çıktıkları “Milli Görüş” çizgisinden kendilerini ayrıştırmak için “Milli Görüş gömleğini çıkardık” demişlerdi. Merkez solda CHP, DSP ve SHP dağınıklığı, merkez sağda da ANAP, DYP yenilgi ve yorgunluğu içerisinde kendilerine kolaylıkla yaşam alanı bulmuş ve iktidara yerleşmişlerdi. Başta liberaller olmak üzere toplumun önemli bir kesimi bu yeni söylemi benimsemiş ve desteklemişti. Batı’nın siyasal desteğinin yanısıra ekonomik desteği ile 12 Eylül dışında kolay kolay hiçbir iktidara nasip olmayan dikensiz gül bahçesinde AKP ve Recep Tayyip Erdoğan büyümeye devam etmişti. Dönemin özeti, liberalizm ve Batı değerleri ile barışık, inşaat sektörü ile ekonomiyi ayakta tutan mutlu mesut yıllardı, şeklinde yapılabilir. İkinci dönem ise 2010 ve sonrası. Bu dönemin karakteristiği, bu döneme kadar uyumlu bir şekilde yol aldığı FETÖ’nün, AKP’nin manivela kolu olmakla yetinmeyerek siyasal güç haline gelme isteği ve aralarında başlayan çatışma olarak özetlenebilir. Hafızalarımızı tazelemek için TC’nin genetik kodlarının değiştirilmeye başladığı 2010 referandumunda “mezarda olsa kaldırıp oy kullandıracaksınız” diyerek destek veren FETÖ’nün, 3 yıl sonra 17-25 Aralık hamlesini hatırlamak yeterli gelecektir. Ardından 15 Temmuz kalkışması ile doruğa çıkan FETÖ (dolayısı ile ABD) çatışması, aslında sonun da başlangıcını işaret ediyordu. AKP yıllardır kendisini iktidarda tutan en önemli destekçisini kaybediyordu. İki farklı zaman böyle kategorize edilebilir. Zemin olarak da şöyle bir tablo var karşımızda. Aslında AKP’nin ekonomik anlamda kendisine ait bırakın mucize demeyi, başarı olarak bile adlandıramayacağımız bir karnesi vardı. Zira iktidarının ilk yıllarında uyguladığı ekonomi politikası, Ecevit hükümeti döneminde ülkeye çağırılan Kemal Derviş’in hazırladığı programın aynısıydı. Kemal Derviş’in 2001 krizi sonrası IMF sözcüsü olarak hazırladığı programı AKP de benimsemiş ve devam ettirmişti. Bu programın karşılığı olarak da sıcak para sıkıntısı çekmeyen iktidar ekonomideki rahatlama ile hızla ‘muktedir’ olma yolunda ilerliyordu. Siyasal muktedirliğin yanısıra yaslandığı merkez sağ tabanı da yavaş yavaş ‘ümmet’ biçimine sokma çalışmaları devam ediyordu. İmam hatiplerin meslek lisesi olmaktan çıkarılması, cami sayısının neredeyse her sokağa bir cami düşecek hale gelmesi, dini motiflerin günlük yaşamın olağan parçaları olması bütün bu ‘ılımlı İslam’ taban yaratma çabalarının davranışsal karşılığıydı. Son olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın Ali Babacan için “ümmeti bölme” çağrısı, bilinçaltı kodların yüzeye çıkmasıydı. Ancak ‘cumaya da giderim, rakıyı da içerim’ şeklinde özetleyebileceğimiz Anadolu muhafazakârlığı için ‘ümmet’ gömleği gerçekçi bir toplum mühendisliği değildi ve tutmadı. Bir diğer zemin de, AKP iktidarının milli gelirin bölüşümü için yaptığı uygulamalardı. Hatırlayalım. Başta ev kadınları olmak üzere kadınlar, engelliler, yaşlılar, vb. bütün kesimlere bir şekilde kaynak yaratılıyordu. Köylülere dönüm başına ödeme yapılıyor, çiftçilik faaliyetleri askıya alınıyordu. Bu kaynaklar yaratılmasına yaratılıyor ama karşılığında bütün bu kesimlerin toplumsal yaşamdan çekilmeleri bekleniyordu. Çünkü toplumsal yaşamdan çekilmenin birinci koşulu olan ekonomik yaşamdan, yani üretimden çekilmeleri amaçlanıyordu. Kısa şu söyleniyordu. ‘Ben sana ihtiyacın olanı veriyorum. Evinden çıkma’ Bir anlamda TC’nin Anayasa ile ifadelendirilerek başar özelliklerinden birisi olan sosyal devlet rafa kalkıyor, ‘sosyal dilencilik’ yaşam buluyordu. Bir müddet sonra gerçek su yüzüne çıkmaya başladı. Çünkü mevcut ekonomik program bu kesimlerin günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyordu ve çalışmaları gerekiyordu. Ama ortada çalışabilecekleri bir iş de kalmamıştı. Çünkü KİT’ler satılmış, tarıma destek akçeleri kaldırılmış, küçük esnaf nefes alamaz hale gelmişti. Bütün yatırımlar inşaata ayrılmıştı ve beton yenmiyordu. Kısaca denizin sonu gelmişti. Biraz uzun olmakla birlikte 31 Mart ve 23 Haziran’ı getiren koşulların bunlar olduğunu bilmezsek analizler de eksik ve hatalı olacaktır. Peki, CHP nasıl hem yerelde hem de genelde iktidar alternatifi haline geldi. CHP’nin kendi içerisindeki siyasal değişim ve bunun söylemdeki yansımaları yeterince tartışıldı. Ama burada da gözden kaçan bir nokta var. CHP’nin tarihsel misyonu ve özellikle 1960’lardan sonra kendisini konumlandırdığı alan. AKP için yukarıda ifadelendirilen açmazlar, kitlelerin bilinçaltında Bülent Ecevit’in ‘ne ezen, ne ezilen. İnsanca, hakça düzen’ ya da ‘toprak işleyenin, su kullananın’ sloganlarını açığa çıkarmıştı. Başka bir deyişle kitleler özü ‘sol-sosyal demokrat’ olan bir siyasal program istiyordu. CHP’nin bugünkü siyasal duruşu ve durumu sadece meselenin zarfıydı. Oysa kitleler mazrufa kilitlenmişti. İşte bu mazruf, herşeye (hatta CHP’ye) rağmen CHP dedirtmişti. Yerel yönetimlerde çılgın projeler, köprülü kavşaklar, başa kakılan yardımlar değil, insana dokunan, insan hayatını kolaylaştıran, üretimi önceleyen şeyler duymak isteyenler soluğu CHP’de almıştı. İşin aslı, Kemal Kılıçdaroğlu da bu mazrufa uygun zarfı iyi işlemişti. Yerel yönetimlerde yaşanan bu süreç genel seçimlerde de kendisini gösterecektir. Çünkü ulusal ölçekte de ihtiyaç duyulan acilen üretim ekonomisidir. AKP de bunun farkında ve bu yönde hamleler yapmaya çalışıyor. Ancak en az bunun kadar önemli bir diğer mesele, üretim ekonomisinin kazanımlarının nasıl dağıtılacağıdır. AKP, bu konuda 17 yıl boyunca nasıl dağıtım yapacağını gösterdi. Sonuçta artık bir Cengiz-Limak-Kolin, vb yapılarımız var. CHP ise, yine tarihsel mirasından dolayı bölüşüm ilişkilerini tam da sosyal devlet anlayışına göre biçimlendirme potansiyeline sahip görünmektedir. Yerel yönetimlerde bu anlamda elde edilecek her başarı genel politikada karşılığını bulacak ve CHP’yi biraz daha iktidara yaklaştıracaktır. Özetlersek, CHP’ye rağmen CHP’li günler yaklaşıyor.